''Çamurlu Su İçinde İlk Hücre Oluştu'' İddiası Sahtekarlıktır

Darwinistlerin çamurlu suda tesadüfen hücre oluştu iddiası, hücreyi içi su dolu bir baloncuk zanneden Darwin döneminden kalma köhne bir inanıştır...
Darwin’in evrim teorisine göre cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelmeleriyle meydana gelen hayali bir “ilk hücre” vardır. Darwinizm’e göre her şey bu “ilk hücre” ile başlar. Bütün canlılığın, kelebeklerin, kuşların, aslanların, kartalların, balinaların, tavşanların, geyiklerin ve nihayet teknolojiler üreten, medeniyetler kuran, profesörler yetiştiren, uzaya çıkan, laboratuvarlarda sahip olduğu hücreleri inceleyen insanın da kaynağı Darwinizm’e göre hep bu hayali “ilk hücre”dir.

Darwinizm'e göre bu hayali ilk hücrenin kaynağı ise; bir miktar çamurlu su, zaman ve tesadüflerdir! Darwinizm dinine göre bu üç sihirli(!) ve akıllı(!) güç birleşerek, Nobel ödüllü bilim adamlarının 21. yüzyıl teknolojisinin hakim olduğu laboratuvarlarda bile üretemedikleri, detaylarını anlayabilmek için insanların yarım yüzyılı aşkın bir süredir üzerinde araştırmalar yaptığı, son derece kompleks ve mükemmel mekanizmalara, organellere ve indirgenemez bir kompleksliğe sahip “HÜCRE”yi her nasılsa meydana getirmişlerdir! Dahası, bu üç muhteşem(!) güç birleşerek şu an yeryüzünde gördüğümüz muhteşem canlılığı da meydana getirmişlerdir. Darwinizm dini, işte insanları bu safsataya inandırmaya çalışır.

Oysa bu iddia büyük bir sahtekarlık, büyük bir yalandır.

Aslında Darwin’in ortaya attığı çamurlu suda oluşan bu ilk hücre fantazisi, Darwin dönemi bilimi ve teknolojisine uygun düşmektedir. Darwin’in hücreyi yalnızca içi su dolu bir baloncuk zannettiği dikkate alındığında, bu çocuk masalı da dönemin bilgi ve bilim anlayışından beklenen bir şeydir. Dahası insanlar, hücrenin neye benzediğini bilmediklerinden bu yalana çok daha kolay kanmışlardır. Fakat genetik bilimi ile ortaya çıkan sonuçlar, Darwinizm’in büyük bir yalan olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Şu anki bilgi ve veriler doğrultusunda hücrenin sahip olduğu sayısız proteinden yalnızca tek bir tanesi bile evrim teorisini çürütmektedir. Proteinler üstün komplekslikte yapılardır, tesadüfen oluşmaları imkansızdır. Öyle ki laboratuvarlarda bilinçli, kontrollü ortamlarda oluşturulması bile 21. yüzyıl teknolojisiyle mümkün olmamıştır. Böyle bir yapının tesadüfen çamurlu bir suda oluştuğunu iddia etmek, bilim adına gülünç, hatta akla aykırı bir iddiadır. Amerikalı felsefe ve matematik doktoru William A. Dembski, tek bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalinin imkansızlığını şu sözlerle ifade etmiştir:

Sadece kısa 100 amino asit uzunluğunda bir protein molekülünü oluşturmak için aşılması gereken olasılık engellerini düşünün. Protein zincirinde diğer amino asitler ile birleşmeleri için amino asitlerin öncelikle peptid bağı olarak bilinen kimyasal bağlar kurmaları gerekir. Fakat doğada amino asitler arasında diğer birçok türde kimyasal bağ kurulabilir. Tüm bağlantıların peptid bağlarından oluştuğu 100 amino asitlik bir zincir oluşturma olasılığı kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

İkincisi, doğada her amino asidin kendisine ait aynada yansımasını andıran bir eşi vardır. Biri sol elli L-formunda, diğeri ise sağ elli D-formundadır. Bu birbirinin yansıması olan formlara optik izomerler denir. İşlevsel proteinler sadece sol elli amino asitleri kabul eder, fakat sağ elli ve sol elli izomerler doğada aşağı yukarı eşit sıklıkta bulunur. Bunu dikkate alırsak biyolojik olarak işlevsel bir protein elde etmenin olanaksızlığı anlaşılır. 100 amino asitten oluşan hayali bir peptid zincirinde tesadüfler sonucunda sadece sol elli amino asitleri kullanma olasılığı (1/2)100 ya da yine kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

Üçüncü ve en önemlisi işlevsel proteinlerin belirli bir dizilimde düzenlenerek birbirine bağlanmış amino asitlere sahip olması gerekir, aynen anlamlı bir cümledeki harfler gibi. Biyolojik olarak 20 amino asit bulunduğu için belirli bir amino asit elde etme olasılığı 1/20’dir. Bu zincir üzerinde bazı alanların birkaç amino aside izin vereceğini düşünürsek (MIT’den biyokimyager Robert Sauer tarafından belirlenen varyanslar kullanılarak), birden fazla işlevsel proteinde fonksiyonel bir amino asit dizilimini rastgele elde etme olasılığının 1015’te bir ihtimal olarak, “yok denecek kadar az” olduğunu görebiliriz. Bu sadece yüz amino asit uzunluğunda bir protein için astronomik büyüklükte bir rakamdır. (Aslında bu olasılık daha da azdır, çünkü doğada bu hesaplamada yer almayan ve proteinlerde yer almayan birçok başka amino asit bulunmaktadır.)

Eğer uygun bağların ve optik izomerlerin sağlanması ihtimali de bu hesaplamaya dahil edilirse, bundan daha küçük ve işlevsel bir proteini rastgele elde etme olasılığı o kadar az olur ki, milyarlarca yıl yaşında bir evrende bile bu gerçekten sıfır sayılır (10125’te bir ihtimal). Dahası, işlevsel bir DNA’nın tesadüfi olarak elde edilmesinde benzer ciddi zorluklar olduğunu hesaba katmak gerekir. Bunun yanı sıra, kompleks bir hücrede en az 1 değil, fakat en azından 100 kompleks protein bulunması gerekir (ve DNA ile RNA gibi diğer başka bio-moleküler bileşenler) ve bunlar yakın koordinasyon içindedirler. Bu nedenle hücredeki karmaşıklığın niceliksel olarak değerlendirilmesi 1960’ların ortalarından beri biyolojinin hayatın kökeni alanında hakim olan görüşü ortaya atarak güçlendirmiştir: Tesadüf, biyolojik karmaşıklığın ve kusursuzluğun kökenini açıklamak için yeterli bir açıklama değildir. (William A. Dembski, James M. Kushiner, Signs of Understanding Intelligent Design, Brazos Press, 2001, s. 109)

Bütün bu kompleks yapıların imkansız oluşumunun tesadüfen gerçekleştiğini varsaydığımızda bile, Darwinistlerin DNA gibi muhteşem bir molekülün içinde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduran bilginin oluşumunu açıklamaları gerekmektedir. Fakat hücre ve hayatın kökeni ile ilgili her konuda olduğu gibi bu konuda da Darwinistler açıklamasızdırlar. Çarpık Darwinist mantığına göre, çamurlu suyun içinde tesadüfen oluşan bir hücrenin içindeki olağanüstü bilginin de çeşitli dış etkiler yoluyla tesadüfen oluşmuş olması gerekmektedir. Kuşkusuz böyle bir oluşum imkansızdır. DNA’nın içindeki bilgi, DNA ile birlikte yaratılmış muazzam bir bilgidir.

Darwinistlerin çamurlu suda tesadüfen hücre oluştu iddiası, hücreyi içi su dolu bir baloncuk zanneden Darwin döneminden kalma köhne bir inanıştır. Ancak 19. yüzyıl hurafeleri, bilimin ve teknolojinin oldukça geliştiği günümüzde geçersizdir kuşkusuz. Bir canlı bedeninde açıklanması gereken sayısız kompleks yapı varken, Darwinizm tek bir proteinin oluşumunu bile açıklayamamaktadır. Fakat Darwinistler bu imkansızlıklardan habersiz gibi davranırlar. Halen evrimci yayınlarda, çamurlu sudaki bu imkansız oluşum, adeta bir çocuk hikaye kitabındaki öyküler şeklinde anlatılır. Amaç, bu bilimsellikten uzak, mantıksız ama aynı zamanda da ispatsız anlatımla kitleleri aldatabilmektir. Bu batıl dinin taraftarlarına göre, söz konusu hikayeye ne kadar çok kişi inansa, o kadar kişi Darwinizm büyüsünün etkisi altına girecektir.

Fakat artık Darwinistlerin sahte hikayelerine insanlar inanmamaktadır. Yaratılanların tümü, evreni ve içindekileri kusursuzca yaratan Allah'ın Üstün Gücünü ve Kudretini sergilemektedir.

İnsanın Evrimi İddialarında Kayıp Halka Oyununun Gerçek Yüzü

Evrim, materyalizm uğruna inanılan hayali bir süreçtir. Bu süreç hayali kayıp halkaların yaşadığını varsaymaktadır...
Gazete ve televizyonlarda sık sık karşımıza çıkarılan evrim haberlerinin çoğu insanla ilgilidir. İnsanın sözde atalarının yani hominidlerin sözde 'insanlaşma' sürecinde ne gibi anatomik ve kültürel değişimler geçirdiği; iki ayaklılık ve büyük beyin gibi insansı özelliklerin sözde evrimsel temellerinde hangi nedenler olabileceği gibi konular hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılır: Diş kalıntılarına bakılarak beslenme alışkanlıkları ve bunun sözde evrime olan etkileri ya da fosillerin coğrafi dağılımına bakılarak insanlığın dünyanın neresinde ortaya çıkmış olup hangi yollarla diğer bölgelerine yayılmış olabileceği gibi...
Gazete ve televizyonlarda bu konular hiçbir tartışmaya yer vermeyen, şüphe izi taşımayan ifadelerle aktarılır. Kullanılan başlıklar bu etkiyi oluşturmak için özel olarak seçilir. 'Darwin'in Teorisi İspatlandı', 'İnsanın Evriminde Kayıp Halka Bulundu', 'İnsanın 4 Milyon Yıllık Atası Keşfedildi' gibi... Bu haber başlıkları insanın evrimi propagandasını geniş kitlelere aktarırken sanki kesin gerçekleri haber verir gibidirler. Dünyanın uzak bir bölgesinde spekülasyonlar yapan bir evrimcinin iddiaları bizlere sanki tartışılmaz bilimsel gerçeklermiş gibi taşınır.
Aynı konular hakkında bilim dergilerine baktığımızda ise çok daha farklı bir anlatımla karşılaşırız. Bu defa fosiller, iki ayaklılığa geçiş senaryoları, el becerisi ve beynin gelişimi senaryoları hakkında daha 'tartışmacı' bir anlatım görürürüz. Evrimci bilim adamları çeşitli bulgu ve senaryolar üzerinde -gazete ve televizyonlarda bize aktarılanın aksine- anlaşma içinde değildirler. Discovering Archaeology dergisindeki bir makalede bu durum şöyle özetlenir:
"Belki de bilimin hiçbir alanı insanın kökeni araştırmaları kadar tartışmalı değildir. Saygın paleontologlar insanın soy ağacının en temel çizgileri üzerinde dahi anlaşmazlık içindedirler. Yeni dallar coşkulu zafer marşları arasında eklenir ancak en son fosil bulguları karşısında solup kurumaya mahkumdurlar". (Family Fights: The search for human ancestors gives more heat than light, Discovering Archaelogy, July - August 1999, sf.36)
Yani gazete ve televizyonlarda ısrarla sürdürülen insanın evrimi propagandası, perde arkasında tamamen tartışmalı, belirsiz ve hayali spekülasyonlara dayalıdır. Çoğu kişinin kesin bilimsel gerçeklere dayanılarak kullanıldığını düşündüğü ifadeler, aslında sürüp gitmekte olan tartışmalara eklenen başka tartışmalı varsayımlardan ibarettir. Gazete ve televizyonlar, insanın evrimi senaryolarının izleyicilere makul görünümlü sebep-sonuç ilişkileri içinde aktarıldığı sahneler; bilim dergileri ise tartışmalı spekülasyonların sürekli çatışma halinde olduğu, kargaşa dolu sahne arkaları gibidir.
Bir gösteri merkezinde, sahne ve sahne arkasını birbirinden ayıran temel bir özellik, düzen derecesidir. Sahne, her zaman belli bir amaca yönelik olarak dekore edilmiş halde bulunur. Sahne arkası ise karmaşıktır. İhtiyaç olduğunda, sahnede farklı farklı görünümler yaratabilecek çeşitli malzemeler burada depolanır. Malzemeler sahne arkasından sahneye ve bunun tersi yönde taşınır ama sahnedeki düzen hiç bozulmaz.
Evrim haberleriyle ilgili sahne ve sahne arkası da böyledir. Yeni bir spekülasyon, tartışmalar içinden sıyrılıp perde arkasından sahneye geçtiğinde, yani gazete ve televizyonlarda haber yapıldığında, tartışmalı tüm yönlerinden arınmış gibi gösterilip, bilimsel bir gerçek görünümüne bürünür. Bu sayede yeni bulgular, yeni spekülasyonlar sürekli birbirini izler. Bu sırada sahnenin, yani toplumun gözüönündeki görüntünün düzenli olmasına önem verilir. Birtakım fosiller evrim çağrıştırma maksatlı, "insanın soyağacı" adı verilen bir dekorasyonla, izleyicilerine sergilenir.
Bu sergi devam ederken sahne arkasındaki evrimci bilim adamları arasında, sergilenen dekorasyonun şekli üzerinde hiç bitmeyen tartışmalar devam eder. Eğer dekorasyona katkıda bulunacağı düşünülen bir malzeme ele geçirilecek olursa, her türlü propaganda yöntemi kullanılarak ilan edilir. Bunun tersi durumda, yani sahnedeki bir malzemeye atfedilen "kayıp halka" statüsünden vazgeçilmesi durumunda, değişiklik sessiz sedasız bir şekilde gerçekleştirilir.
Bu döngü devamlıdır. Sahne arkasından çıkan bulgular, senaryolar ve bilim adamları zamanla değişir. Ama prensip hiç değişmez Sahnede sergilenen düzenlilik devam eder. Çoğu insan bu sahnedeki dekor değişimlerinin amacını bilimsel bir sürecin dışa vurumları olarak algılar. Gerçekte bu süreç bilim adamlarıyla ilgili olsa da amaç doğrunun ortaya çıkarılması değildir. Tüm bu çabalar materyalist bilim adamlarının ve onlara destek veren kuruluşların, kendi dünya görüşleri doğrultusunda benimsedikleri evrim hikayesini, kültürün her alanında -okullarda, üniversitelerde, müzelerde, sanat sergilerinde, medyada- yerleştirebilmektir. "İnsanın soyağacı" konulu dekorasyonun sürekli olarak sahnelenme sebebi budur.
"Kayıp halka" denen şey, materyalist felsefeye göre yazılmış bu oyundaki bir "rol"dür. Bu rol bir kemikten diğerine geçer. Soyağacından çıkarılan fosiller unutulabilir. Ama materyalistler için önemli olan şey aktörün kimliği değil, rolün sürdürülmesidir. Evrimciler sadece sahne arkasındaki malzemelerden en iyi adayları seçer ve sözde kayıp halkalar olarak sergilerler. Amerikan Doğa Tarihi’nden Gareth Nelson, bu "ihtiyaca göre yapılan keyfi seçim"i şöyle anlatır:
‘Bizim bazı atalara sahip olmamız gerek. Şunları seçelim’. Neden mi? ‘Çünkü biliyoruz ki orada bir yerde olmalılar ve elimizdekiler de en iyi adaylar’. [Fosillerin kayıp halka kavramıyla ilişkilendirilmesi] büyük ölçüde bu şekilde gerçekleşmiştir. Abartmıyorum". (Nelson, Gareth [Chairman and Curator of the Department of Herpetology and Ichthyology, American Museum of Natural History, New York], interview, Bethell T., The Wall Street Journal, December 9, 1986, in Johnson P.E., "Darwin on Trial," InterVarsity Press: Downers Grove Ill., Second Edition, 1993, p76)
Bir materyalist bilim adamı, bulduğu fosillere, "insanlar tesadüflerin sonucu evrimleşti" masalına aldanmış olarak bakar ve sonra bu fosili inandığı masala kanıt gibi sunar. Kayıp halka olarak lanse edilen fosiller, evrimcilerin iddialarının değil sadece materyalistlerin kısır döngüsünün ve körükörüne inancının bir kanıtıdır.
Evrim bir aldatmacadır. Türlerin kökenini materyalist bir açıdan açıklama ihtiyacına hayali bir dayanak olarak "icat edilen" "kayıp halka" terimi, yüzelli yıllık fosil araştırmalarında hiçbir bilimsel dayanak bulamamıştır. Bir hayal olarak başlayan kayıp halka fikri, hala bir hayal olarak devam etmektedir. Bu gerçek, Darwin’in "Türlerin Kökeni" isimli kitabından 120 yıl sonra evrimci bir dergide şöyle itiraf edilmiştir:
"Fosillerden elde edilen deliller birçok Amerikalı’nın lisede öğrendiği klasik Darwinizm’den bambaşka bir şeye işaret ediyor. İnsan ve maymun arasındaki kayıp halka, hiyerarşik hayalet canlıların en cazibelisinden ibaret.
Fosil kayıtlarında kural, halkaların kayıp olması. Bilim adamları geçiş formlarını bulmak için ne kadar çok çabaladılarsa o kadar hüsrana uğradılar". (Newsweek, 3 Kasım 1980)
Evrim, materyalizm uğruna inanılan hayali bir süreçtir. Bu süreç hayali kayıp halkaların yaşadığını varsaymaktadır. Ama bilim adamlarınca bir asırdan fazla sürdürülen, sayısız kazı bunların fosillerini sağlayamamıştır. Kısacası, kayıp halka denen şey, bir masaldaki hayalet kadar gerçektir, yani yoktur. Körükörüne inanan taraftarlarının çokluğu da bu gerçeği değiştirmeyecektir.

ÜNİVERSİTELERDE SÖYLENEMEYEN YASAKLAR

Yüzyıllar boyunca biyoloji, fizik, kimya, biyokimya ve bunlar gibi hemen her bilim dalında çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bunlar zaman içinde bilimsel verilerle doğrulanır veya yanlışlanır. Bilimsel teoriler bu şekilde bilimsel gelişmelere yön verir.

Fakat konu evrim teorisi olduğunda, bu teori ile ilgili olarak bütün kurallar farklıdır. Teori, bilimsel veriler üzerine bina edilmemiştir. Çarpık bir ideoloji üstüne kurulmuştur. Canlıları Allah’ın yarattığını kabul etmek istemeyenler Yaratılış gerçeğine kendi istekleri doğrultusunda bir alternatif getirmeye çalışmışlardır. Bir başka deyişle Darwinizm, evrimcilerin, Allah’ı inkar etmek için seçtikleri düzmece bir dindir.

İşte bu nedenle Darwinizm’in kabulü ve yaygınlaştırılmasındaki yöntemler her zaman gerçek bilimsel teorilerden ve bilimsel gelişmelerden farklı olmuştur. Evrim teorisini şimdiye dek tek bir bilimsel bulgu bile desteklememiştir. Teori, tam anlamıyla delilsizdir. Darwinizm’in sahte mekanizmalarının evrimleştirdiğine dair tek bir deneysel bulgu elde edilememiştir. Tam tersine elde edilen tüm bilimsel bulgular sonucunda Darwinizm tekrar tekrar yalanlanmıştır. Gelişen bilim ve eklenen fosil kayıtları halen bu teoriyi çürütmeye devam etmektedir.

Buna rağmen evrim teorisi, bütün dünyanın himayesinde yürütülmektedir. Başka hiçbir bilimsel teori, hiçbir ideolojik akım bu şekilde değildir. Hiçbiri dünyanın himayesinde koruma altına alınmamıştır, kanunlarla resmi olarak muhafaza edilmemektedir. Dileyen faşizmi, kapitalizmi eleştirebilir, tüm ideolojiler hakkında fikrini söyleyebilir, aleyhte görüş bildirebilir. Fakat Darwinizm için böyle bir şey yapabilmek mümkün değildir. Darwinizm’e herhangi bir şekilde eleştiri getirenler derhal görevlerinden alınırlar, görüşlerini bildirmeleri acilen engellenir. Kendi üniversitesinde neredeyse 20-30 yıl emek vermiş olan profesörler, Darwinizm’i eleştirdikleri an birdenbire işlerinden atılırlar. Bir devlet görevlisi, anti Darwinist olduğu anlaşıldığı anda gerekçesiz olarak işinden olur. Ders veren bir biyoloji öğretmeni evrim teorisine karşı olduğunu ne yakın çevresine ne de öğrencilerine söyleyemez. Çünkü söylediği takdirde bütün kariyerinin sona ereceğini bilir. Bu sıkı yönetim o kadar istikrarla uygulanmakta ve o kadar iyi bilinmektedir ki, Darwinizm aleyhine laf söylemek adeta suçtur. Kimse buna cesaret edemez.

İşte bu dev hegemonya nedeniyle şu anda bütün dünyada, açıkça ortada olan evrim açmazları ve Darwinist sahtekarlıklar hiçbir şekilde yüksek sesle söylenememektedir. Bunlar, üniversitelerde söylenemeyen yasaklardır! Tek bir tane bile ara fosil olmadığı söylenememektedir. Tek bir proteinin tesadüfen meydana gelmesinin matematiksel olarak imkansız olduğu ve bunun bilimsel bir gerçek olduğu söylenememektedir. Evrimi reddeden 100 milyondan fazla yaşayan fosil olduğu söylenememektedir. Yaşayan fosiller bulundukları an hasıraltı edilmekte, yok sayılmaktadır. Darwinizm adına sayısız sahtekarlık yapıldığı ve sahtekarlık anlaşılınca fosillerin alelacele müzelerden çıkarıldığı söylenememektedir. Darwinizm’in son 150 yıldır bütün dünyayı aldatan bir yalan olduğu söylenememektedir.

Çünkü Darwinizm sahte bir dindir ve bu sahte din, devletlerin himayesinde koruma altına alınmıştır.

Bu karanlık dinin büyüsünü ise ilk defa olarak Harun Yahya’nın muhteşem eseri Yaratılış Atlası bozmuştur. Bu eser, şimdiye kadar kimsenin dile getirip söylemeye cesaret edemediklerini ortaya dökmüş, Darwinizm’in nasıl büyük bir yalan olduğunu tüm delilleriyle bütün dünyaya anlatmıştır. Dünyada internet yoluyla da herkese ulaşmış ve evrim teorisini destekleyen tek bir tane bile ara fosil yokken, evrim teorisini yalanlayan 100 milyondan fazla fosilin olduğunu herkese haber vermiştir. Bu fosillerin tümünü bütün detaylarıyla sergilemiş, demagojiden uzak kesin delillerle insanlara evrim teorisinin büyük bir yalan olduğunu kanıtlamıştır. 1.5 asırdır söylenemeyenler söylenmiş, dünyanın himayesindeki bu karanlık dinin insanları sindirme yöntemleri bir anda geçersiz kılınmış, tüm yalanlar bir bir ortaya dökülmüştür. Şu anda dünyada yaşanan Darwinist paniğin nedeni budur.

Evrimciler, tüm dünyaya hükmeden, geleceğe yönelik bir aldatma planı kurmuşlardır. Bütün dünyayı hakimiyetleri altına aldıklarından bu planın mutlaka en kusursuz şekilde işleyeceğini zannetmişlerdir. Oysa onlar, düzen kurucuların en hayırlısı olan Allah’ın, tüm şeytani tuzakları yıkıma uğratıp yok edeceğini bilmemektedirler. Allah, batıl olan bu dini yerle bir etmiştir. Şimdi artık istedikleri yalanı uydursunlar, Allah’ın izniyle Darwinizm’in yeniden insanları aldatabilmesi mümkün değildir.

Yüce Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi, 54)

DARWİNİSTLER ŞOKTA! ''YANILMIŞIZ, T. REX DE ARA FOSİL DEĞİLMİŞ!''

Çin’in Kuzeydoğusu’nda, Darwinistlerin uzun zaman hakkında ara fosil propagandası yaptıkları Tyrannosaurus rex’in küçük bir kopyası bulundu. Raptorex kriegsteini adı verilen fosil, basında ilk olarak, tam da Darwinistlerden beklendiği gibi, T. Rex’in atası olarak tüm dünyaya tanıtıldı.

Fakat fosil ile ilgili detaylar açıklandıkça, bu fosilin, T. Rex hakkında yapılan tüm Darwinist spekülasyonları ortadan kaldırdığı anlaşıldı. Yeni fosil, Darwinistlerin kendi deyimiyle, evrim teorisine darbe indirmişti.
125 milyon yıllık Raptorex, T. Rex’den tam 60 milyon yıl önce yaşamıştı. T. Rex’den 100 kere daha hafifti. 15 metre uzunluğunda ve 4 ton ağırlığındaki T. Rex ile karşılaştırıldığında, Raptorex 3 metre uzunluğunda, 60 kg ağırlığındaydı. Canlının küçük boyutta olmasını ve 60 milyon yıllık tarihini fırsat bilen Darwinistler söz konusu fosilin T. Rex’in atası olarak lanse edilebileceğini düşündüler. Fakat fosil üzerinde yapılan araştırmalar, bu sinsi planları tamamen altüst etti.


Fosil T. Rex’den 60 milyon yıl daha eski olmasına rağmen, T. Rex ile tıpatıp aynı anatomik özelliklere sahipti. Bir başka deyişle canlı, 60 MİLYON YIL BOYUNCA HİÇ DEĞİŞMEMİŞTİ, T. Rex’in tüm kompleks özelliklerini AYNI ŞEKİLDE üzerinde taşıyordu. Yani canlı T. Rex’in 125 milyon yıl önce yaşamış farklı boyuttaki bir türdeşinden başka bir şey değildi.

Söz konusu fosil üzerinde çalışan New York’daki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden Stephen Brusatte konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
Tyrannosaur (hayali) evrimi ile ilgili düşündüklerimizin çoğunun yanlış olduğu ortaya çıktı.[1]

Şu anda elimizde T. Rex’in 90’da biri, 100’de biri büyüklüğünde bir canlı var, fakat bu canlı, büyük bedenli canlının (T. Rex) adaptasyon için geliştirdiğini düşündüğümüz belirgin özelliklerin tümüne zaten sahip.[2]
Darwinistler karşılaştıkları bu özellikler sonrasında, “bu yeni fosilin evrim hakkındaki tüm düşüncelerini değiştirdiğini itiraf etmiş ve daha açık konuşarak söz konusu bulgunun hayali evrimi tamamen çöküntüye uğrattığını ilan etmek mecburiyetinde kalmışlardır.

Söz konusu Darwinist yayınlarda, konu hakkındaki detaylar Darwinistler tarafından hayretle ifade edilmektedir:

Dişlerinden geniş çene kaslarına, geniş kafatasına, küçük kol kemikleri, uzun arka bacakları, avlarını yakalamak için hızlı koşmaya yarayan basık şekilli ayakları: bunların tamamını, şaşırtıcı şekilde, bir insan ağırlığındaki (veya Kretase döneminin sonunda T Rex’e kadar uzanan kendi soyunun 90’da biri kadarlık) bir canlıda görüyoruz.

Bütün bunların tek anlamı vardır: Yıllardır insanlara hayali dinozor-kuş evriminin bir delili olarak gösterilmeye çalışılan T. Rex mükemmel bir dinozor türüdür. Canlı, milyonlarca yıl önce nasılsa, dinozor türünün varlığını sürdürdüğü Kretase döneminin sonunda da tam olarak aynıdır. MİLYONLARCA YIL BOYUNCA HİÇBİR ŞEKİLDE DEĞİŞMEMİŞTİR. Bulunan yeni canlı, Raptorex, tüm canlılar gibi dinozorların da hiçbir şekilde EVRİMLEŞMEDİĞİNİN, DEĞİŞİM GEÇİRMEDİĞİNİN çok büyük bir kanıtıdır.

Darwinistler, kuşların hayali evrimini açıklayabilmek için şimdiye dek oldukça fazla, akla hayale gelmeyecek hikayeler kurgulamışlardır. Saniyede 1000 defa kanat çırpan sineğin varlığını dahi açıklayamazken, sinek kovalayan hayali bir dinozorun kanatlanıp uçtuğunu iddia etmişlerdir. Hayali dino-kuş evrimini haklı çıkarabilmek için farklı canlı fosillerini bir araya getirerek yeni bir sahte canlı üretmiş, hatta kimi zaman dinozor fosillerine tüy ekleyerek sahtekarlık yapmışlardır. Kimi Darwinistler, daha da ileri giderek bütün dinozorları ara form ilan etmişlerdir. Oysa tüm bilimsel delillerin ve fosil bulgularının gün geçtikçe çok daha net gösterdiği bir gerçek vardır: Dinozorlar, tüm diğer canlılar gibi olağanüstü komplekslikte mükemmel canlılardır ve tüm özellikleriyle yeryüzünde bir anda belirmiş, yani YARATILMIŞLARDIR. Dinozorların evrimleştiğine, ara form olduklarına ve günün birinde kuşlara dönüştüklerine dair zavallı anlatımlar, büyük bir aldatmacadır. Yeni bulgular karşısında artık Darwinistler de çaresizliklerini itiraf etmek zorunda kalmış, canlıların milyonlarca yıl boyunca değişmemiş olduğu gerçeği karşısında açıklamasız olduklarını kabul etmişlerdir.

Darwinistler itiraf etsin veya etmesin, bulunan tüm fosiller her zaman aynı sonucu ortaya çıkarır: CANLILAR MÜKEMMELDİRLER, ANİDEN ORTAYA ÇIKARLAR, YOKTAN VAR OLMUŞLARDIR. DEĞİŞMEMİŞLERDİR, EVRİMCİLERİN İDDİA ETTİKLERİ HAYALİ ARA AŞAMALAR YOKTUR. ONLARI YOKTAN YARATAN YERİN, GÖĞÜN VE TÜM ALEMLERİN RABBİ OLAN YÜCE RABBİMİZ ALLAH’TIR.

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)


[1] http://www.express.co.uk/posts/view/128349/Miniature-T-rex-dinosaur-discovery-overturns-evolution-theories
[2] http://www.express.co.uk/posts/view/128349/Miniature-T-rex-dinosaur-discovery-overturns-evolution-theories

MİNE G. KIRIKKANAT'A NASİHATLER

Mine G. Kırıkkanat’ın, HaberTürk kanalında yayınlanan Sansürsüz programında, Yaratılış gerçeğini savunan insanlara karşı, sırf kendisiyle farklı görüşte olduklarından dolayı hakaretamiz boyutlara varan açıklamaları hiçbir şekilde yakışık almamaktadır. Bir gün eğer Mine G. Kırıkkanat’a bir başkası, kendisinin yönelttiği ifadelerin bir benzerini yöneltse, örneğin kendisine “solcu ateist militan” dese, bu elbette kendisinin de hoşuna gitmeyecektir. Güzel bir üslup varken, böyle ifadelere gerek olmadığı açıktır.
Eğer Mine G. Kırıkkanat’ın belirtmek istediği gerçek bilimsel bir iddiası varsa, şu durumda iddiasının delillerini ortaya koyması ve programı izleyen insanların karşılıklı delillere bakarak bir sonuç çıkarmasını beklemesi en doğrudur. Fakat Kırıkkanat’ın, kendi fikirleriyle uyuşmuyor diye karşı tarafa öfkelenmesi, karşı düşünceye tahammül edememesi son derece gariptir. Karşısındaki kişilere “şunu sor, bunu sorma” gibi buyruklarda bulunması, insanların taktıkları kravat iğnelerinin santimlerine kadar karışması inanılır gibi değildir. Söz konusu durum, Darwinist dikta mantığından kaynaklanmaktadır. İnsanların bir çoğu Darwinist dikta mantığını daha önce bu kadar yakından görmemiş olduklarından, Kırıkkanat’ın söz konusu programda sergilediği bu tavırları şaşkınlıkla karşılamış, bu öfkeli ve despot tutum geniş çevreler tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

Sayın Adnan Oktar’ın 60’dan fazla dile çevrilmiş olan 300 kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplar bütün dünyada satılmakta, yayınlanmaktadır. Dünya çapında milyonlarca kişi, Sayın Adnan Oktar’ın eserlerinin vesilesiyle iman ettiklerini, imanlarının güçlendiğini bildirmişlerdir. Bu eserler, dünya çapında Darwinist çevreler tarafından da ciddi bir fikri tehdit olarak görülmektedir. Avrupa Konseyi, Yaratılış Atlası’nın bilimsel yönden güçlü etkisinden tedirgin olmuş ve Darwinizm’e önemli bir reddiye olduğu için bu kitabı yasaklamak istemiştir. Sayın Adnan Oktar’ın söz konusu eserleri, gerçek bilimsel deliller, milyonlarca yıllık fosiller içermektedir. Bu kitaplarda, dünyaca ünlü bilim adamlarının dünyaca ünlü çalışmaları yer almaktadır. Dolayısıyla bu kitaplara eleştiri yöneltebilmek için eleştiriyi yapacak kişinin de bilimsel, doğru ve aklı başında iddialarla ortaya çıkması gerekir. Eğer bilimsel bir altyapı ve bilimsel bir delil yoksa, öfke ile yapılan bu konuşmaların hiçbir değerinin olmadığı açıktır.


Mine G. Kırıkkanat’ın, program esnasında, program konuklarının “Celal Şengör gibi, bir buluşla gelmelerini” salık vermiş olması oldukça ilginçtir. Celal Şengör, tüm diğer Darwinistler gibi, evrim teorisini kanıtlamaya dair tek bir tane bile delil veya buluş getirebilmiş değildir. Söz konusu Darwinistlerin ve Mine G. Kırıkkanat’ın da bu tip programlara doğrudan katılamamalarının sebebini de bu oluşturmaktadır. Daha önce defalarca tartışmaya davet edilen Darwinist ve ateist Richard Dawkins’in tartışmalara katılmayı reddetme sebebi de yine elinde delil olmamasıdır. Oysa Sansürsüz programına katılan iki bilim adamı o gün ellerinde gerçek bilimsel delillerle gelmişlerdir. Milyonlarca yıllık fosiller getirmişlerdir. Canlıların milyonlarca yıldır değişmediğini kanıtlamışlardır. Bunun gibi 250 milyon fosilin varlığının bilgisini vermişlerdir. Kırıkkanat’ın söz konusu iddiada bulunabilmesi için bu hayali evrim delilinin veya buluşunun ne olduğunu belirtmesi gerekir. Virüslerin mutasyona uğramaları veya koyunların küçülmesi, defalarca ve çok kapsamlı bilimsel delillerle anlatmış olduğumuz gibi bir evrim kanıtı değildir. Evrim kanıtı, ara fosille olur, yoktan protein var ederek olur. Eğer bunlar yoksa, canlı varlıkların varyasyon özelliklerini “evrim buluşu” olarak ortaya koymak, bir cehalet göstergesinden başka anlama gelmemektedir.


Kelebek Fosili 50 milyon yıllık





Kırıkkanat’ın, programdaki bazı izahlarındanVatikan’da gerçekleşen olayları yanlış anladığı anlaşılmaktadır. Masonların Papa’ya baskısı sonucunda bir evrim meydanına dönüştürülen Vatikan’da, Dr. Oktar Babuna söz alarak kürsüde bulunan Darwinist Douglas Futuyma’ya tek bir tane ara fosil olup olmadığını sormuştur. Bu soru karşısında Darwinist Francisco Ayala söz konusu soruya cevap verilmeyeceğini söylemiş, DOUGLAS FUTUYMA İSE KÜRSÜDEN KAÇMIŞTIR. Herkesin rahatlıkla söz aldığı ve dilediği gibi evrim propagandası yaptığı söz konusu etkinlikte, yalnızca bu soruya tepki gelmiş, yalnızca bu soru cevapsız bırakılmış ve yalnızca bu soru karşısında kürsüdeki evrimci bilim adamı kürsüyü bırakıp kaçmıştır. Darwinistler öfkelenmiş, Dr. Babuna’nın elinden mikrofonu alınmış, salondan dışarı çıkarılmaya yeltenilmiştir. Tek bir soru, Vatikan’ı tam anlamıyla sarsmıştır. Vatikan’da, Darwinizm’e önemli bir ders verilmiştir. Darwinistlerin “ara fosil nerede” sorusuna karşı cevapsız ve çaresiz kaldıkları ortaya çıkmıştır. Her zaman olduğu gibi Darwinistler, tıpkı bu programda da gördüğümüz şekilde, Darwinizm’i çökerten bir izahı, öfkeyle, sertlikle ve despotizmle karşılamışlardır. Çünkü evrim teorisinin bilimsel delili veya sorulan sorulara verebileceği bilimsel bir cevabı yoktur.

Allah’a inanan fakat aynı zamanda evrimi de kabul eden yeni akım, dünya çapında oynanan masonik oyunun bir parçasıdır. Papa da söz konusu masonik baskıların etkisiyle bu oyunun bir parçası haline getirilmiştir. Yoksa Vatikan da, Darwinistler de çok iyi bilmektedirler ki, evrim ile Allah inancının bağdaşabilmesi mümkün değildir. Allah Kuran’da yoktan yaratılışı haber vermekte, nitekim bilimsel deiller de bu gerçeği göstermektedir. Eğer Allah bunun evrim olduğunu haber verseydi, bulunan bilimsel deliller de bu yönde olurdu kuşkusuz. Ve o zaman bunu dünyada en iyi ve en güçlü şekilde savunacak kişi de Sayın Adnan Oktar olurdu. Fakat bu deliller olmadığına, tüm deliller Allah’ın üstün yaratışını sergilediğine göre, söz konusu iddialarının geçersiz olduğu rahatça anlaşılabilmektedir. Vatikan’da evrim yenilmiştir. Dawkins’in ifadesiyle “evrim lobisi”nin ortaya attığı Allah inancı ile evrimi bağdaştırma çabaları da büyük bir yenilgiye uğramıştır. Orada Sayın Adnan Oktar’ı temsil eden kişiler, evrimin ispatsız olduğunu göstermek için Vatikan’da söz almışlar ve evrimin ispatsız olduğu açıkça gösterilmiştir.

Kırıkkanat’ın iddia ettiğinin aksine tüm kainatta, mükemmel bir denge, olağanüstü bir intizam, komplekslikler içinde çok hayranlık uyandırıcı bir düzen vardır. Evrendeki her yıldız, her gezegen tesadüfle asla açıklanamayacak muhteşem bir dengeye sahiptir. Dünya, üzerinde yaşamın var olması için yaratılmış mucize bir gezegendir, bu gezegenin her bir noktası, muhteşem bir denge, oran ve detay ile donatılmıştır. Ve bunların en küçük zerresinde bulunan tek bir atomun içinde, çok daha göz kamaştırıcı bir düzen ve sistem yer alır. Tek bir atomun içindeki tek bir elektronun hareketinde bile, insanı hayran bırakan bir mükemmellik vardır. Alemlerin içindeki alemlerde, bu alemlerin içindeki yaşamda, yaşamı oluşturan tek bir hücrede, onun tek bir atomunda, hatta tek bir elektronunda dahi böylesine hayranlık uyandırıcı bir düzen, ihtişam ve komplekslik varken, düzensizlikten veya tesadüflerden bahsetmek olanak dışıdır. Kırıkkanat, kendince düzensizlik olarak tarif ettiği başıboş olarak gördüğü sistemleri oluşturan en küçük parçanın, şu an bilimin sınırlarını aşan bir muhteşemlik sergilediğinin muhtemelen farkında değildir. Bugün 21. yüzyılda, Kırıkkanat gibi düzensizlik iddiasıyla ortaya çıkan bilim adamları, dikkate bile alınmamaktadır. Muhtemelen Kırıkkanat, 1980’lerin sahte akımlarının etkisinden hala kurtulamamış gibi görünmektedir.

Kırıkkanat’ın, “hiçbir şey başlangıç değil, hiçbir şey de son değil” derken önemli bir bilimsel bulguyu gözardı ettiği açıktır. Big Bang’in varlığı bugün kanıtlanmış bir gerçektir. Dünyada tüm bilim adamları, Darwinistler bile, ittifakla Big Bang’in varlığını kabul etmektedirler. Big Bang ise, tüm evrenin ve tüm varlıkların sıfır hacimden, yani yokluktan ortaya çıktığını gösteren önemli bir delildir. Maddenin ebedi olduğunu iddia edebilmek için, Big Bang’den önce ne olduğunun açıklanması gerekir. Big Bang’den önce “sıfır hacim”den bahsettiğimize göre, Big Bang’den önce hiçlik vardır. Madde de yoktur, tesadüfler de yoktur. Hiçlikten maddeyi ortaya çıkarabilecek, Darwinist iddiaları destekleyen materyalist anlamda hiçbir güç yoktur. Tüm kainat, Big Bang ile başlamıştır. Ve bu başlangıç anı, tek başına, Yüce Allah’ın güçlü ve üstün yaratışının kesin ve açık kanıtıdır. Dolayısıyla Big Bang’in varlığı, hem tesadüf iddiasını hem de evrenin ezeli ve ebedi olduğu anlayışını tamamen ortadan kaldırmaktadır. (Evren Big Bang’den itibaren belirli bir hızla genişlemektedir. Bu genişleme, evrenin bir başlangıcı olduğu gibi, bir sonunun da olduğunu kanıtlamaktadır.) Kırıkkanat, bilimsel yeniliklere biraz açık olsa, bu gerçekleri bizim anlatmamıza gerek kalmadan öğrenmiş olacaktır.

Kırıkkanat’ın İspanya’da geliştirmiş olduğunu iddia ettiği ateist görüş, aslında İslam’ın özünü oluşturan önemli bir gerçeğin zamanla değiştirilmiş ve çarpıtılmış halidir. Bu görüş, Allah’ın tüm varlıklarda tecelli ettiği gerçeğidir. Bu gerçek şu anlama gelir: Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır ve O'nun tecellisidir. Tek mutlak varlık Allah'tır, Allah'ın yarattığı diğer varlıklar ise mutlak değildirler. Allah'ın yarattığı görüntüleri seyreden "ben"ler, yani insanlar, Allah'tan birer ruhturlar. Her şeyi yaratan Allah olduğuna göre, elbette ki Allah’ın yarattığı tüm varlıklar, insanlar, bitkiler, Güneş, Dünya ve tüm evrenler, var olan tüm alemler ancak O’nun birer tecellisi olarak vardırlar. Allah’tan ayrı müstakil bir varlıkları yoktur. En-el Hak’ın Arapça anlamı, “Ben Haktan ibaretim, Haktan gayrı değilim” şeklindedir. Bu Allah’ın ruhunu taşıyan varlıklar olduğumuz anlamına gelmektedir. Allah her şeyi ve tüm varlıkları Yüce Varlığı ve Yüce Nuru ile kaplamıştır. Allah, ayette belirtildiği gibi bizlere “şahdamarımızdan daha yakındır” (Kaf Suresi, 16). Bu gerçek, insanları Allah’a yaklaştıracak, onların Allah’ı yüceltmelerini sağlayacak çok önemli bir gerçektir.

Bir insanın Allah’a, cennete ve cehenneme inanmadan, her şeyin başıboş tesadüflerin eseri olduğunu düşünerek huzurlu yaşayabilmesi mümkün değildir. Güzel ahlakın yaşanabilmesi için insanın karşısındaki varlığa değer verebilmesi şarttır. Fakat Allah’a inanmadan bir insanın, tesadüfen oluştuğuna inandığı, Darwinizm’e göre bir hayvan olarak nitelendirdiği bir başka insana değer vermesini gerektirecek hiçbir şeyi kalmamaktadır. Allah’a imanda ise insan, Allah’ı sever, Allah’ın azabından korkar, Allah’ı sevdiği için Allah’ın yarattıklarını, yani Allah’ın tecellilerini de çok sever. Bu sevgi duyulduğunda ve Allah’tan korkulduğunda, insanın bir başkasına ahlaksızlık yapabilmesi, onu incitebilmesi, onu değersiz görebilmesi mümkün değildir. Kindar olabilmesi, kıskançlık duyması da mümkün değildir. Çünkü her bir varlığı yaratan Allah’tır. Her varlık Allah’ın kontrolündedir. Allah’ı seven, Allah’ın yarattıklarını da doğal olarak sevecektir. Bu, Allah’a olan derin sevgiden ve Allah korkusundan kaynaklanan doğal bir ahlaktır. Bir insan tesadüfen var olduğuna inandığında ise, her insanı müstakil ve başıboş birer varlık olarak gördüğü için hayatı boyunca temkinli olacak, onların yaptıklarına karşı kin besleyecek, onlardan intikam almaya yönelecektir. Gelecek kaygısını sürekli olarak yaşayacak, hep ulaşmaya çalıştığı fakat asla ulaşamadığı hayali bir huzur ve mutluluk arayacaktır. Nitekim program esnasında Kırıkkanat’ın sergilediği tutum da, Darwinizm’in getirdiği kasvetli ve öfkeli ruh halini açıkça gözler önüne sermiştir.

Kırıkkanat, “evren nasıl yaratıldı?” sorusu karşısında “artık orada tartışma açılamaz” şeklinde bir kaçış sergilemiştir. Oysa Kırıkkanat’ın kendince bir tesadüf iddiası olduğuna göre, bu durumda evrenin başlangıcını da aynı tesadüfle açıklayabilmesi gerekir. Elbette açıklayamaması ve bu sorudan kaçması beklenen bir şeydir. Hiçbir şey tesadüflerle açıklanamadığı gibi bu sorunun da ateist ve Darwinistler açısından bir cevabı olamayacağı açıktır. Cevapsız kaldıklarından bu kişiler genellikle, “bu konu bilimsellik dışına çıkar” diyerek konuyu kapatmaya çalışırlar. Oysa bu soruya, bilimsellik dışına çıktığı için değil, Darwinistler tarafından asla açıklanamadığı için cevap verilmemektedir. Çünkü bu sorunun tek cevabı, Yüce, Ulu Yaratıcı olan Allah’ın varlığıdır. Bilimsellik dışı olan evrimin kendisidir. Yalnızca Allah’ın mutlak varlığını inkar etmek amacıyla ortaya atılmış ve tek bir delil ile bile desteklenememiş bu dogma, bilimsel delilleri olan Yaratılış gerçeği ile çürütülmektedir. Allah inancını ortadan kaldırmak amacıyla ortaya atıldığı için, Darwinizm’in, TARTIŞILDIĞI HER YERDE ÇÖKERTİLMESİ, YARATILIŞIN DELİLLERİNİN SERGİLENMESİ VE HER ŞEYİ YARATANIN YÜCE ALLAH OLDUĞUNUN GÖSTERİLMESİ ŞARTTIR.

Sonuç

Evrim teorisi, yenilenen bir teori falan değildir. Doğrulandığı da yoktur, sürekli olarak yanlışlanmaktadır. 150 yıldır sürekli olarak yalan olduğu ortaya çıkarılmış olmasına rağmen bu kadar hararetle, hatta öfkeyle savunulmasının tek sebebi bir dogma olmasıdır. Darwinist diktatörlük tarafından bilimle değil, baskı ile ayakta tutulmaya çalışılmasının da tek sebebi dogma olmasıdır. Şu an yeryüzünde muhteşem bir canlı çeşitliliği vardır. Kırıkkanat’ın istediği gibi evrimi bulmak için geriye doğru gitsek, evrimi değil, yine aynı mükemmelliği buluruz. Yine canlı alemleri vardır, bunlar yine tam, eksiksiz ve mükemmeldirler. Uyumlu bir düzen içinde yaşamaktadırlar. Bunu bize gösteren 250 milyon adet fosil kaydıdır. Darwinizm aldatmacasını korumak adına gösterilen bu ısrar, yaşanan bu öfke Darwinist despotluğunun ne kadar ileri boyutlara gidebildiğini göstermektedir. Darwinistler yıllardır, bu yöntemle kendilerini sürekli küçük düşürmektedirler.

21. yüzyıl, Darwinist yenilginin ayyuka çıktığı, Darwinizm aldatmacasının tüm dünyaya tanıtıldığı önemli bir milattır. İnsanlar, kitleler halinde bu köhne teoriyi terk etmektedirler. Ve insanlar kitleler halinde Allah inancına yönelmektedirler. Özellikle Yaratılış Atlası’nı okuyan, Yaratılış gerçeği konferanslarına katılan ve Yaratılışı ispat eden fosillere elleriyle dokunan Türk halkına artık evrim propagandası yapmak boş bir çabadır. Artık vakit, tüm dünyanın farkına vardığı gerçekleri anlama ve kabul etme vaktidir. Darwinizm ölmüştür. Tüm kainatın ve tüm canlıların yoktan yaratıcısı, tek mutlak Varlık olan Yüce Allah’tır.


İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir.

Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 102-103)

Avlanırken Deniz Süngeri Kullanan Yunuslar

Bundan 20 yıl önce Avustralyalı balıkçılar, Shark Bay'deki Bottlenose cinsi yunusların ilginç bir alışkanlığı olduğu fark ettiler. Yunuslar burunlarının üzerinde denizden topladıkları süngerleri taşıyorlardı. Bu sıradışı davranışı inceleyen bilim adamlarının vardıkları sonuç yunusların zekice bir avlanma tekniği geliştirdiklerini ortaya koydu. Zürih Üniversitesi Antropoloji Enstitüsü'nden Michael Krützen yunusların bu davranışlarıyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: "Yunusların, süngerleri deniz tabanında balık avlarken kullandıklarına inanıyoruz. Süngerler büyük ihtimalle koruyucu bir eldiven görevi görerek yunusları, taşbalıklarının tehlikeli dikenlerinden koruyor. Sünger aynı zamanda deniz tabanında saklanan balıkları da rahatsız ederek harekete geçirir. Böylece yunuslar saklanan bu balıkları da daha kolay avlayabilirler. Yunusların bu olağanüstü davranışlarının tesadüfen oluşmayacağı açık bir gerçektir.Bu gerçekler, Allah'ın tüm canlılarda tecelli eden üstün aklını bizlere göstermektedir.

"EVRİM BELKİDE GELECEKTE DOĞRULANABİLİR" DÜŞÜNCESİ NEDEN YANLIŞTIR?


Evrim teorisini savunan bazı çevreler, köşeye sıkıştıklarında, "bugünkü bilimsel bulgular evrimi desteklemese de, gelecekte evrimi destekleyen bilimsel gelişmelerin olacağı" iddiasına sarılırlar.

Aslında bu sorunun çıkış noktası, evrimcilerin bilimsel alandaki yenilgilerini itiraf etmeleridir. Soruda gizlenmiş olan gerçeği şöyle tercüme edebiliriz: "Evet, evrim teorisi savunucuları olarak modern bilimin bulgularının bu teoriyi geçersiz kıldığını kabul ediyoruz. Bu nedenle bu konuyu geleceğe havale etmekten başka çare göremiyoruz".

Oysa bilim bu mantıkla işlemez. Bir bilim adamı, kendisini önce bir teoriye körü körüne bağlayıp, sonra da ileride bir gün bu teoriyi ispatlayacağını umduğu delillerin hayalini kurmaz. Bilim, mevcut bulguları incelemek ve bunlardan sonuç çıkarmaktır. Dolayısıyla bilim adamlarının da, bilimsel bulgular tarafından ispatlanan "tasarım", yani yaratılış gerçeğini kabul etmeleri gerekir.

Yine de geleceğe randevu veren evrimciler, teoriyi ısrarla ve körü körüne savunan evrimcilerin bir adım ilerisindedirler. Çünkü bu ikinci grup, bilimsel gerçekleri görmezden gelerek, saptırarak, bilimsel sahtekarlıklar yaparak evrimi savunmaktadırlar ve bu şekilde kendilerine karşı bile yalan söyler durumdadırlar. Konuyu geleceğe erteleyen evrimciler ise yaratılışı kabul etmeye yanaşmasalar da, en azından evrim teorisinin bugün artık hiçbir çıkar yolu kalmadığını itiraf etmektedirler.

Evrimin ispatlanmasını geleceğe ısmarlayan zihniyetin psikolojisi budur. Buna rağmen bu evrimci telkin ve propaganda, özellikle teori konusunda eksik bilgilenmiş bazı insanları etkileyebilmektedir. Bu nedenle cevabın da ayrıca ortaya konması faydalı olacaktır.

Evrim teorisinin geçerliliğini temel olarak üç soru ile incelemek mümkündür:

1. İlk canlı hücresi nasıl ortaya çıkmıştır?

2. Bir canlı türü diğerine nasıl dönüşür?

3. Canlıların evrim geçirdiğine dair deliller, fosil kayıtları var mıdır?

20. yüzyıl boyunca evrim teorisinin mutlaka cevaplandırması gereken bu üç soru ile ilgili çok fazla sayıda ve çok ciddi araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmaların ortaya koyduğu gerçek ise canlılığın evrim tarafından açıklanamadığıdır. Soruları tek tek ele alarak incelediğimizde şu gerçeklerle karşılaşırız:

1. "İlk hücre"nin açıklanması evrim savunucularının en büyük açmazını oluşturmuştur. Bu konuda yapılan araştırmalar canlı hücresinin tesadüf kavramıyla açıklanması mümkün olmayan mükemmelliğini ortaya koymuştur. Nobel ödülü sahibi ünlü bilim adamı Fred Hoyle bu gerçeği şu sözlerle ifade eder:

Tesadüfler sonucu bir hücrenin meydana gelmesi, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması kadar imkansızdır.57


Bir canlı hücresinin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek ile bir jet uçağının tesadüfen meydana geldiğini iddia etmek arasında "akılsızlık" açısından fark yoktur. Bir canlı hücresindeki tasarım, son derece ileri bir teknolojiyle, en modern tesislerde, en zeki mühendislerin ve en gelişmiş robotların ürettikleri bir uçaktaki tasarımdan kat kat daha üstündür.
Bu noktada evrimcilerin yaptıkları çarpıtmayı daha iyi değerlendirmek için bir örnek üzerinde düşünelim. Daha önce hiç saat görmemiş, örneğin ıssız bir adada yaşayan bir insanın ilk kez bir duvar saatini gördüğünü hayal edelim. 100 metre uzaktan duvar saatini gören bu insan, saati tam olarak değerlendiremeyerek, rüzgarın savurduğu toz, toprak tarafından meydana gelen herhangi bir cisimden ayıramayabilir. Ancak aynı kişi saate doğru yaklaştıkça uzaktan bakışla bile bu aletin bir tasarımın sonucu olduğunu anlayacaktır. İyice yaklaşıp da yakından gördüğü zaman ise, tasarımdan hiç şüphesi kalmaz. Bundan sonraki aşama, bu aletin özelliklerinin ve burada sergilenen sanatın incelenmesi olabilir. İçi açılıp, detaylı bir inceleme yapıldığında saatin dışarıdan gözüktüğünden çok daha büyük bir bilgi birikimi ve aklın sonucu olduğu ortaya çıkar. Yapılan her detaylı inceleme bu sonucu daha da netleştirir.

Bilimdeki ilerlemeyle canlılık hakkındaki gerçeklerin anlaşılması, saati inceleyen adamın durumuna benzerlik gösterir. Bilimsel gelişmeler canlılıktaki mükemmelliği sistem, organ, doku, hücre, hatta molekül düzeyinde ortaya koymuştur. Her yeni detayın anlaşılması, tasarımın muhteşem boyutunu biraz daha fazla anlamamızı sağlamıştır. Hücreyi "jöle dolu baloncuk" olarak algılayan 19. yüzyıl evrimcileri bu yaklaşımlarıyla, az önceki örnekteki saate 100 metre uzaktan bakan adam gibidirler. Bugün ise hücrenin, her parçası ayrı bir sanat ve tasarım örneği olan muhteşem yapısını kabul etmeyen hiçbir bilim adamı yoktur. Mikroskopla ancak görebildiğimiz o küçücük hücrenin sadece zarı bile "seçici geçirgen" cümlesiyle ifade edilen çok büyük bir aklı ve tasarımı içerir. Çevresindeki atomları, proteinleri, molekülleri tıpkı bilinç sahibi bir varlık gibi tanır ve yalnızca ihtiyacı olanı hücre içine alır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hücredeki Bilinç, Global Yayıncılık) Saatteki sınırlı bilgi ve aklın tersine, canlı organizmalar sonsuz bir aklın ve tasarımının örnekleridir. Yapıları ve fonksiyonları halen dahi kısmen keşfedilmiş canlı yapılar üzerinde her geçen gün daha kapsamlı ve ayrıntılı yürütülen bilimsel araştırmalar evrimi kanıtlamak şöyle dursun, yaratılış gerçeğinin daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.

2. Evrimciler bir canlı türünün mutasyon ve doğal seleksiyonla bir diğer canlıya dönüştüğünü iddia ederler. Bu konuda yapılan bütün araştırmalar her iki mekanizmanın da hiçbir evrimleştirici özelliğinin olmadığını göstermiştir. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğuColin Patterson bu gerçeği şöyle vurgular:

Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizm'in en çok tartışılan konusu da budur.58

Mutasyon ile ilgili yapılan araştırmalar da mutasyonun evrimleştirici özelliğinin olmadığını göstermiştir. ABD'li genetikçi B. G. Ranganathan şunları söyler:

Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir.59

Görüldüğü gibi evrim teorisinin türlerin oluşumu için öne sürdüğü mekanizmalar bu konuda bütünüyle etkisiz, hatta aksine zararlı mekanizmalardır. Bilim ve teknoloji düzeyinin bu gerçekleri ortaya koymak için henüz yetersiz olduğu dönemlerde hayal ürünü senaryolar şeklinde öne sürülen bu uydurma mekanizmaların bilim geliştikçe hiçbir geliştirici ve evrimleştirici özelliğinin olmadığı anlaşılmıştır.

3. Fosiller de canlılığın evrim süreciyle ortaya çıkmadığını ve muhteşem bir "tasarım" eseri olarak birdenbire yeryüzünde belirdiklerini gösterir. Bulunan tüm fosiller bu gerçeği tekrar tekrar vurgulamıştır. Yeni bulunabilecek fosillerin bu durumu değiştirebilmesi ihtimalinin olmadığı, Harvard Üniversitesinden ünlü paleontolog Niles Eldredge tarafından şöyle açıklanmaktadır:

Tüm deliller, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu sonucun doğru olduğunu göstermektedir: (Fosil kayıtlarında) gördüğümüz boşluklar, hayatın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır, bunlar yetersiz bir fosil birikiminin sonucu değildir.60

Bir başka Amerikalı paleontolog R. Wesson da, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında "fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek ve olgusal" olduklarını şöyle açıklamaktadır:

Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiçbir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir.61

Sonuç olarak, evrim teorisinin ortaya atılışından bugüne kadar yaklaşık 150 yıl geçmiştir ve bu dönem içindeki bilimsel gelişmeler evrim teorisinin aleyhine olmuştur. Bilim, canlılığın detaylarına indikçe yaratılıştaki mükemmelliğin yeni delilleri bulunmuş, canlılığın tesadüflerle oluşmasının ve çeşitlenmesinin olanaksızlığı anlaşılmıştır. Yapılan her yeni araştırma da canlılardaki tasarımın yeni delillerini ortaya koymakta, yaratılış gerçeğini gözler önüne sermektedir. Darwin'den bu yana geçen her on yıl, evrim teorisinin geçersizliğini biraz daha göstermiştir.

Kısacası bilimsel gelişim evrim teorisinin aleyhindedir. Dolayısıyla, bilimin ilerleyen dönemdeki yeni gelişmeleri, evrim teorisini desteklemeyecek, aksine geçersizliğini daha açık olarak gösterecektir.

Kaldı ki evrimin iddiaları bilim tarafından henüz çözülememiş, açıklanamamış bir konu değildir ki ileride bilim gelişince açıklanacak olsun. Tam aksine evrim teorisi modern bilimin her dalda çürüttüğü, böyle hayali bir sürecin gerçekleşmesinin her açıdan imkansızlığını ortaya koyduğu bir iddiadır. Bu duruma düşmüş bir iddianın ileride ispatlanacağını öne sürmek, evrimi ideolojilerinin temeli olarak gören Marksist-materyalist çevrelerin hayalci ve ütopyacı psikolojisinin bir ürününden başka bir şey değildir. Bu kesimlerin içine düştükleri çaresizlikten kaynaklanan bir teselli arayışından ibarettir.

Dolayısıyla, 'ileride bilim evrimi ispatlayacak' gibi bir iddianın, 'bilim ileride dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu ispatlayacak' şeklindeki bir beklentiden hiçbir farkı yoktur.





DNA'NIN "TESADÜF"LE AÇIKLANMASI NEDEN İMKANSIZDIR?

GÜNÜMÜZ bilimiyle ulaştığımız bilgi seviyesi, canlıların asla tesadüflerle ortaya çıkamayacak kadar kusursuz bir tasarım ve son derece kompleks bir yapıya sahip olduklarını gösterir. Örneğin son dönemde, 'İnsan Genomu Projesi' sayesinde, insan genindeki mükemmel ve kusursuz yapı gözler önüne serilmiştir.

Bu proje çerçevesinde, Amerika'dan Çin'e kadar birçok ülkeden bilim adamları, 10 yıl boyunca DNA'da yer alan 3 milyar kimyasal şifreyi tek tek belirlemek için uğraştılar. Bunun sonucunda, insan geninde yer alan bilgilerin tamamına yakını doğru olarak dizilebildi.

Bu heyecan verici önemli gelişme, 'İnsan Genomu Projesi'nin başında bulunan Dr. Francis Collins'in, "insanın kullanım kılavuzunda ilk defa bir bölümü tamamlayabildik" dediği gibi, DNA'daki sırların anlaşılması yolunda henüz başlangıç aşamasıdır.

Bu bilgiyi oluşturan şifrelerin ortaya çıkarılmasının neden 10 yıl sürdüğü ve yüzlerce bilim adamının emeğine mal olduğunu anlayabilmek için DNA'ya sığdırılan bilginin büyüklüğünü anlamak gerekir.

Miller Deneyi

Hayatın kökeni konusunda evrimci kaynakların en çok itibar ettikleri çalışma ise 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan Miller Deneyi"dir. (Deney, Miller'in Chicago Üniversitesi'ndeki hocası Harold Urey'in olaydaki katkısından dolayı "Urey-Miller Deneyi" olarak da bilinir.) Evrim sürecinin ilk aşaması olarak öne sürülen "kimyasal evrim" tezine "delil" olarak öne sürülen yegane bulgu, işte bu deneydir. Aradan neredeyse yarım asır geçmesine ve büyük teknolojik ilerlemeler kaydedilmesine rağmen bu konuda hiçbir yeni girişimde bulunulmamıştır. Bugün halen ders kitaplarında canlıların ilk oluşumunun evrimsel açıklaması olarak Miller Deneyi okutulmaktadır. Çünkü bu tür çabaların teorilerini desteklemediğinin, aksine sürekli yalanladığının farkında olan evrim araştırmacıları, benzer deneylere girişmekten özellikle kaçınmaktadırlar.
Stanley Miller'ın amacı, milyarlarca yıl önceki cansız dünyada proteinlerin yapı taşları olan amino asitlerin "tesadüfen" oluşabileceklerini gösteren bir deneysel kanıt ortaya koymaktı. Miller, deneyinde, ilkel dünya atmosferinde bulunduğunu varsaydığı -daha sonraları ise bulunmadığı anlaşılacak olan- amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşan bir gaz karışımını kullandı. Bu gazlar, doğal şartlar altında birbirleriyle reaksiyona giremeyeceklerinden deney ortamına dışarıdan enerji takviyesi yaptı. İlkel atmosfer ortamında yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini düşündüğü enerjiyi, yapay bir elektrik deşarj kaynağından sağladı.
Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100°C ısıda kaynattı, bir yandan da karışıma elektrik akımı verdi. Haftanın sonunda Miller, kavanozun dibinde bulunan karışımdaki kimyasalları ölçtü ve proteinlerin yapıtaşlarını oluşturan 20 çeşit amino asitten üçünün sentezlendiğini gözledi.
Deney, evrimci çevrelerde büyük bir sevinç yarattı ve çok büyük bir başarı gibi lanse edildi. Hatta, çeşitli yayınlar olayın sarhoşluğu içinde, "Miller hayatı yarattı" şeklinde manşetler atacak kadar spekülasyon yaptılar. Oysa Miller'ın sentezlediği bir takım "cansız" moleküllerdi.
Bu deneyden aldıkları cesaretle evrimciler, hemen yeni senaryolar ürettiler. Amino asitlerden sonraki aşamalar da hemen kurgulandı. Çizilen senaryoya göre, amino asitler, daha sonra rastlantılar sonucu uygun dizilimlerde birleşmiş ve proteinleri oluşturmuşlardı. Tesadüf eseri meydana gelen bu proteinlerin bazıları da, kendilerini, "bir şekilde" (!) oluşmuş hücre zarı benzeri yapıların içine yerleştirerek hücreyi meydana getirmişlerdi. Hücreler de zamanla yanyana gelip birleşerek canlı organizmaları oluşturmuşlardı.
Oysa, bu senaryonun en büyük dayanağı olan Miller deneyi, her yönden geçersizliği kanıtlanmış bir girişimden başka bir şey değildi.

Evrim Teorisi: Materyalist Bir Zorunluluk

Evrimi ayakta tutan güç, bilim değildir. Evrim teorisininbazı "bilim adamları" tarafından savunuluyor olmasının temelinde başka bir etken vardır.

O başka etken, materyalist felsefedir.

Materyalist felsefe, tarihin en eski düşüncelerinden biridir ve temel özelliği maddeyi mutlak varlık saymasıdır. Bu düşünceye göre madde sonsuzdan beri vardır ve var olan herşey de maddeden ibarettir. Bu tanım elbette bir Yaratıcı'ya inanmayı da imkansız kılar. Bu mantık gereği, materyalizm tarihin en eski çağlarından beri her türlü Allah inancına ve İlahi dine karşı olmuştur.

Peki ama materyalizm doğru mudur? Bir felsefenin doğruluğunu ya da yanlışlığını test etmenin bir yöntemi, o felsefenin bilimi ilgilendiren iddialarını bilimsel yöntemle araştırmaktır. Örneğin 10. yüzyılda bir felsefeci ortaya çıkıp, Ay'ın yüzeyinde kutsal bir ağaç olduğunu, tüm canlıların aslında o dev ağacın dallarında meyve gibi yetiştiklerini ve oradan dünyaya düştüklerini öne sürebilirdi. Bazı insanlar da bu felsefeyi cazip bulabilir ve bunu benimseyebilirlerdi. .Ancak 20. yüzyılda Ay'a gidildiğinde artık bu tür bir felsefe öne sürmenin imkanı kalmadı, çünkü orada öyle bir ağaç olup olmadığı bilimsel yöntemle, yani gözlem ve deneyle anlaşılabilir hale geldi.

Materyalizmin iddiasını da bilimsel yöntemle sorgulayabiliriz. Maddenin sonsuzdan beri var olup olmadığını, maddenin madde-üstü bir Yaratıcı olmadan kendisini düzenleyip düzenleyemeyeceğini ve canlılığı ortaya çıkarıp çıkaramayacağını araştırabiliriz. Bunu yaptığımızda görürüz ki materyalizm aslında çökmüştür. Çünkü maddenin sonsuzdan beri var olduğu düşüncesi, evrenin yoktan var edildiğini ispatlayan Big Bang teorisi ile yıkılmıştır. Maddenin kendisini düzenlediği ve canlılığı ortaya çıkardığı iddiası ise; adına "evrim teorisi" dediğimiz iddiadır ve baştan beri incelediğimiz gibi o da çökmüştür.

Ancak eğer bir insan materyalizme inanmaya kararlıysa, materyalist felsefeye olan bağlılığını herşeyin önünde tutuyorsa, o zaman böyle davranmaz. Eğer "önce materyalist, sonra bilim adamı" ise, evrimin bilim tarafından yalanlandığını gördüğünde materyalizmi terk etmez. Aksine, evrimi ne olursa olsun bir şekilde desteklemeye çalışarak materyalizmi kurtarmaya, ayakta tutmaya çalışır. İşte bugün evrim teorisini savunan bilim adamlarının durumu budur.

İlginçtir, bunu bazen kendileri de itiraf etmektedirler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:

Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.174

Lewontin'in kullandığı "a priori" terimi oldukça önemlidir. Bu felsefi terim, hiçbir deneysel bilgiye dayanmayan bir ön varsayımı ifade eder. Bir düşüncenin doğruluğuna dair bir bilgi yok iken, onu doğru varsayar ve öyle kabul ederseniz, bu "a priori" bir düşüncedir. Evrimci Lewontin'in açık sözle ifade ettiği gibi, materyalizm de evrimciler için "a priori" bir kabuldür ve bilimi bu kabule uydurmaya çalışmaktadırlar. Materyalizm bir Yaratıcı'nın varlığını kesin olarak reddetmeyi zorunlu kıldığı için de, ellerindeki tek alternatif olan evrim teorisine sarılmaktadırlar. Evrim bilimsel veriler tarafından ne kadar yalanlanırsa yalanlansın fark etmez; söz konusu bilim adamları onu bir kere "a priori doğru" olarak kabul etmişlerdir.

Bu önyargılı tutum, evrimcileri "bilinçsiz maddenin kendi kendini düzenlediğine inanmak"gibi bilime ve akla aykırı bir inanışa götürür. New York Üniversitesi kimya profesörü ve DNA uzmanı Robert Shapiro, evrimcilerin bu inanışını ve temelindeki materyalist dogmayı şöyle açıklar:

Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya RNA'ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke "kimyasal evrim" ya da "maddenin kendini örgütlemesi" olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir. Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik materyalizme bağlılık uğruna inanılır.175

Tanınmış biyolog Hubert Yockey, aynı gerçeği şöyle açıklar:

Diyalektik materyalizmin mutlak ve kapsamlı doktrinlerine olan inanç, yaşamın kökeni senaryolarında çok önemli bir rol oynamaktadır... Yaşamın bir şekilde oluşmuş olması gerektiği... bu konuda hiçbir kanıt olmamasına, hatta bunun kanıtlara aykırı olmasına rağmen savunulmaktadır.176

İşte dünya çapındaki evrimci propagandanın temelinde bu materyalist dogma yatar. Batı'nın önde gelen medya organlarında, ünlü ve "saygın" bilim dergilerinde sürekli karşılaştığınız evrim propagandası, bu tür ideolojik ve felsefi zorunlulukların bir sonucudur. Evrim, ideolojik açıdan vazgeçilemez bulunduğu için, bilimin standartlarını belirleyen materyalist çevreler tarafından tartışılmaz bir tabu haline getirilmiştir.

Diğer bilim adamları ise, kendi kariyerlerinin devamı için, bu zoraki teoriyi savunmak, ya da en azından aykırı bir ses çıkarmamak durumundadırlar. Batılı ülkelerdeki akademisyenler, "doçent", "profesör" gibi ünvanlara ulaşmak ve bunları korumak için her yıl belirli bilim dergilerinde makale yayınlatmak zorundadırlar. Biyoloji ile ilgilenen söz konusu dergilerin tümü de materyalist evrimcilerin kontrolündedir. Bu kişiler evrim aleyhtarı bir yazının yayınlanmasına izin vermezler. Dolayısıyla her biyolog, bu egemen inanca bağlı kalarak çalışma yapmak zorundadır. Çünkü onlar da evrimi ideolojik bir gereklilik olarak gören, kurulu materyalist düzenin bir parçasıdırlar. Bu yüzden, kitap boyunca incelediğimiz tüm "imkansız tesadüf"leri gözü kapalı bir biçimde savunurlar.

Materyalist İtiraflar

Ünlü bir evrimci olan Alman biyolog Hoïmar Von Dithfurt'un yazdığı bazı satırlar, bu gözü kapalı materyalist anlayışın iyi bir ifadesidir. Dithfurt canlılığın son derece karmaşık yapısına bir örnek verdikten sonra, bunun rastlantılarla ortaya çıkıp çıkamayacağı sorusu karşısında şunları söyler:

Salt rastlantı sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu, bütün biyolojik evrimin en temel sorusudur... Modern doğa biliminden yana olan bir kimse, bu soruya "evet" yanıtını verme ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını anlaşılır yollardan açıklamayı kendisine hedef kılmış, bunları, doğaüstü müdahalenin yardımına başvurmadan doğruca doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır?177

Dithfurt'un da belirttiği gibi, materyalist bilim anlayışı, hayatı "doğaüstü müdahalenin" yani yaratılışın varlığını reddederek açıklamayı kendisine en temel prensip olarak belirlemiştir. Bu prensip bir kez benimsendikten sonra, en imkansız olasılıklar bile kolaylıkla kabul edilebilir.

EN ESKİ CANLILARIN KOMPLEKS YAPILARI, EVRİM TEORİSİNİ NASIL ÇÜRÜTÜR?

Canlılar fosil kayıtlarında belirli bir sıralama içinde yer alırlar. Bu sıralama en eskiden yeniye doğru incelendiğinde mikroorganizmalar, omurgasız deniz canlıları, balıklar, amfibiyenler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler biçimindedir. Evrim savunucuları bu sıralamayı ön yargılı bir biçimde yorumlayarak evrim teorisine delilmiş gibi göstermeye çalışırlar. Evrimcilerin iddiasına göre, canlılar basitten komplekse doğru bir gelişim göstermiş, bu gelişim içinde de canlı türleri çeşitlenmiştir. Örneğin evrimciler300 milyon yıllık fosiller incelendiği zaman insan fosillerine rastlanmamasını buna delil olarak gösterirler. Türk evrimcilerden Aykut Kence şunları söylemektedir:

"Evrim teorisini geçersiz kılmak mı istiyorsunuz? O zaman gidin Kambriyen devrinin fosilleri arasında insan fosilleri de bulun! Bunu yapan adam evrim teorisini geçersiz kılmış olur, bu buluşu için Nobel ödülü bile alır."51


İLKELDEN KOMPLEKSE DÖNÜŞÜM SIRASI HAYALDİR

Kence'nin sözlerinde şekillenen bu evrimci mantığı ele alalım. Öncelikle canlıların basitten komplekse doğru değişim gösterdiği ifadesi, gerçeği yansıtmayan evrimci bir ön yargıdır. Bu evrimci iddiayı ele alan ABD'li biyoloji profesörü Frank L. Marsh, Variation and Fixity in Nature(Doğada Çeşitlilik ve Sabitlik) adlı kitabında, "canlılar basitten komplekse doğru ilerleyen, kesintisiz, sürekli bir seriye oturtulamamaktadır" der.


Trilobit fosili
Bilinen tüm hayvan filumlarının tamamına yakınının Kambriyen devirde aniden ortaya çıkmış olması, evrimcilerin bu konudaki iddialarını çürüten çok güçlü bir delildir. Dahası, aniden ortaya çıkan bu canlılar, evrim teorisinin varsayımlarının tam aksine, basit değil kompleks vücut yapılarına sahiptirler.

Sert kabukları, boğumlu vücutları ve kompleks organları ile çok karmaşık canlılar olan trilobitler bunlardan biridir. Fosil kayıtları, trilobitlerin gözleri hakkında dahi çok detaylı tespitler yapılmasını mümkün kılmıştır. Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer almaktadır.Bu göz yapısı tam bir tasarım harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.52 Konunun bir diğer ilginç yönü, aynı göz yapısının günümüzdeki sineklerde de yer almasıdır. Yani 520 milyon yıldır aynı göz yapısı devam etmektedir.

Kambriyen devrindeki olağanüstü durum, Charles Darwin Türlerin Kökeni'ni kaleme alırken de az çok biliniyordu. O devrin fosil kayıtlarında da, Kambriyen devrinde çok farklı canlıların çok kompleks yapılarıyla ve bir anda ortaya çıktığı tespit edilmişti. Bu yüzden Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında bu konuya değinmek durumunda kaldı. O sıralarda Kambriyen devri "Siluryen devri" olarak tanımlanıyordu. Darwin ise "Bilinen Eski Fosil Kayıtlarında Farklı Türlerin Aniden Ortaya Çıkışı Üzerine" başlığı altında bu konuya değinmiş ve Siluryen devri hakkında şöyle yazmıştı:


Charles Darwin
Siluryen devrine ait trilobitlerin, bu devirden çok daha önceleri yaşamış olan ve bilinen hayvanların hiçbirine benzemeyen bir tür kabuklu hayvandan evrimleştiği konusunda hiç kuşkum yok... Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen devrinden bu güne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.53


Türlerin Kökeni kitabı
Darwin "eğer teorim doğruysa, dünya Siluryen (Kambriyen) devri öncesinde yaşayan canlılarla dolup taşmış olmalı" demişti. Bu canlıların neden hiçbir fosili olmadığı sorusuna ise, tüm kitabı boyunca tekrarladığı "fosil kayıtları çok yetersiz" bahanesiyle cevap bulmaya çalışmıştı. Ama bugün fosil kayıtlarının yeterli olduğu da, Kambriyen devri canlılarının bir ataları olmadığı da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu ise Darwin'in "eğer teorim doğruysa" diye başladığı cümlesini geri çevirmemizi gerektirmektedir; Darwin'in varsayımları tutmamıştır ve dolayısıyla teorisi doğru değildir.

Canlılığın basitten komplekse doğru gelişmediğini, ilk ortaya çıktığı anda zaten son derece kompleks olduğunu gösteren bir başka örnek de fosil kayıtlarına göre 400 milyon yıl önce ortaya çıkmış olan köpekbalığıdır. Bu canlı, kaybettiği dişlerinin yenilenmesi gibi, kendisinden milyonlarca yıl sonra yaratılmış birçok canlıda bile bulunmayan üstün bir özelliğe sahipti. Memeliler ile memelilerden yüz milyonlarca sene önce yeryüzünde belirmiş ahtapotların göz yapılarının son derece benzer olması, aynı kompleks yapı ve sistemleri içermesi de buna örnek olarak verilebilir.


Kromozom sayıları ile canlıların kompleks yapıları birbiriyle bağlantılı değildir. Bu, evrim teorisinin iddialarını çıkmaza sokan bir gerçektir.
Tüm bu örnekler canlı türlerinin yeryüzünde belirmelerinde basitten komplekse doğru bir sıralama olmadığını ortaya koymaktadır.

Bu gerçek, canlılık üzerinde yapılan şekilsel, işlevsel ve genetik incelemelerin sonuçları değerlendirilerek de görülmüştür. Örneğin şekil ve büyüklük olarak bakıldığında, fosil tabakalarının alt katmanlarında yer alan birçok canlının kendilerinden sonra ortaya çıkan canlılara kıyasla daha büyük kütleli olduklarını görürüz (dinozorlar gibi).

Canlıların işlevsel özellikleri incelendiğinde de aynı gerçekle karşılaşırız. Yapısal gelişimleri ele alındığında kulak da "ilkelden komplekse doğru gelişim" iddiasını yalanlayan bir örnek oluşturur. Amfibiyenlerde orta kulak boşluğu mevcutken, bunlardan daha sonra ortaya çıkan sürüngenlerde tek kemikçiğe dayalı daha basit bir işitme sistemi vardır ve orta kulak boşluğu yoktur.

Genetik incelemeler de benzer sonuçlar ortaya koymaktadır. Yapılan araştırmalar kromozom sayılarının canlıların kompleksliklerini yansıtan bir sıra oluşturmadığını göstermiştir. Örneğin, insanda 46 olan kromozom sayısı, Copepode yengeci için 6, mikroskobik bir canlı olan radiolaria içinse tam 800'dür.

20 YAŞ DİŞİ NEDEN EVRİME DELİL OLAMAZ?

Evrim teorisinin önemli yanılgılarından biri de "körelmiş organlar" iddiasıdır. Evrimciler canlıların bazı organlarının artık işlevini kaybettiğini ve zaman içinde bu organların kaybolacağını iddia ederler. Bu kabulden yola çıkarak da, "eğer canlı vücudu yaratılmış olsa işe yaramayan organları olmazdı" mesajını topluma vermeye çalışırlar.

20. yüzyılın başındaki evrimci yayınlarda, insan vücudunda appendiks (halk arasında apandisit olarak bilinen organ), kuyruk sokumu kemiği, bademcikler, pineal bez, kulak kepçesi, timüs ve 20 yaş dişinin de yer aldığı yüz kadar organ "körelmiş organ" olarak ilan edilmişti. Ama ilerleyen on yıllar içinde tıp alanında önemli adımlar atıldı. İnsan vücudunda bulunan organ ve sistemler konusunda bilgimiz arttı. Bunun sonucunda "körelmiş organ" iddiasının tam bir hurafe olduğu da anlaşıldı. Evrimcilerin bu konuda hazırladıkları uzun liste hızla eridi. Örneğin appendiks, bademcikler ve geniz etinin savunma sistemimizde işlevlerinin olduğu anlaşıldı. Timüsün savunma sistemi hücrelerinin olgunlaştığı bir organ olduğu, pineal bezin ise önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu keşfedildi. Kuyruk sokumu kemiğinin leğen kemiği çevresinde yer alan kaslara destek olduğu, kulak kepçesinin ise seslerin yerini tespit etmede önemli bir işlev gördüğü belirlendi. Kısacası "körelmiş organlar" iddiasının tek dayanağının cehalet olduğu ortaya çıktı.

Sonuçta modern bilim, "körelmiş organ" mantığının yanlışlığını defalarca ortaya koymuş durumdadır. Yine de bazı evrimciler bu iddiayı yeni malzemeler bularak yaşatmaya çabalarlar. Evrimcilerin "körelmiş" olduğunu iddia ettikleri organların hemen tamamının işlevsel olduğu bugün tıp dünyası tarafından ortaya konmasına rağmen, hala bir iki organ üzerinde evrimci spekülasyon devam etmektedir.

Bunların en çok dikkat çekeni "20 yaş dişi"dir. Bazı evrimci kaynaklarda, 'üçüncü molar diş' olarak da bilinen bu dişin insan vücudunun "fonksiyonunu kaybetmiş" bir parçası olduğu iddiası yer alır. Buna delil olarak da önemli sayıda insanda bu dişin problemlere yol açtığı ve cerrahi müdahale ile çıkarılmasının çiğneme fonksiyonunu etkilemediği söylenir.

20 yaş dişinin işlevsiz olduğu yönündeki evrimci telkinden etkilenen birçok hekim, günlük pratikleri içinde diğer dişlerin oluşturduğu problemlere daha ılımlı yaklaşım göstererek, bu dişleri korumaya çalışırken, 20 yaş dişinin çekilmesini adeta rutin hale getirmişlerdir. Oysa son yıllar içinde yapılan bazı araştırmalar bu dişin çiğneme fonksiyonunu üstlenmede diğer dişlerden hiçbir farkının olmadığını göstermiştir.48 Bu dişin diğer dişlerin yerleşimini bozduğu yönündeki inanışın da temelsiz olduğunu gösteren çalışmalar yapılmıştır.49 20 yaş dişinde rastlanan ve ilaç uygulamalarıyla çözülebilecek problemlerde, bu dişin çıkarılması yoluna gidilmesi konusunda da bilimsel eleştiriler yayınlanmıştır.50


20 yaş dişi ile ilgili sorunlar, bu dişin körelmiş organ olmasından değil çağımızın beslenme alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.
Sonuçta, 20 yaş dişinin "yararsız" olduğu yönündeki inancın hiçbir bilimsel temele dayanmadığı ve bu dişin çiğneme fonksiyonunda diğer dişler gibi işlev gördüğü,bugün tıp dünyasının ortak görüşüdür.

Peki söz konusu dişin azımsanmayacak sayıda insanda rahatsızlık oluşturmasının sebebi nedir? Bu konuyu araştıran bilim adamları, 20 yaş dişi sorunlarının çeşitli dönemlerde yaşamış insan topluluklarına göre farklılıklar gösterdiğini saptadılar. Özellikle sanayi öncesi toplumlarda bu probleme çok az rastlandığı anlaşıldı. Bunun nedeni olarak da özellikle son birkaç yüzyıllık dönem içinde sert besin maddeleri yerine daha yumuşak besin maddelerinin tercih edilmesinin çene gelişimini olumsuz etkilediği görüldü. Dolayısıyla 20 yaş dişi problemlerinin de çoğunlukla, beslenme alışkanlıklardan doğan çene gelişimi sorunlarıyla ilgili olarak ortaya çıktığı tespit edildi.

Toplumların besin tercihlerindeki benzeri değişikliklerin diğer dişler üzerinde de olumsuz tesiri bilinmektedir. Örneğin son yüzyıl içinde şekerli ve asitli yiyeceklerin tercih edilir olması, diğer dişlerdeki çürüme oran ve hızını artırmıştır. Ancak elbette bu durum dişlerimizin yararsız ve körelmiş organlar olduğu gibi bir sonucu akıllara getirmez. Aynı durum 20 yaş dişi için de geçerlidir. Bu dişle ilgili sorunlar, herhangi bir evrimsel "körelme"den değil, günümüz insanlarının beslenme alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.

DÜNYA'NIN YAŞININ 4 MİLYAR YIL OLMASI, NEDEN EVRİM TEORİSİNİ DESTEKLEMEZ?

Evrimciler, senaryolarını doğal etkilere ve tesadüflere dayandırırlar. Bunu yaparken en çok arkasına sığındıkları kavramlardan biri ise "uzun zaman" kavramıdır. Örneğin Darwin'in destekçisi Alman bilim adamı Ernst Haeckel, 'beklendiği takdirde çamurlu sulardan canlı hücrenin çıkabileceği'ni iddia etmiştir. 20. yüzyıl içinde hücrenin kompleks yapısının anlaşılmasıyla bu iddianın ne kadar saçma olduğu fark edilmiş, ama evrimciler "uzun zaman" kavramıyla göz boyamaya devam etmişlerdir.
Aslında bu yolla, canlılığın tesadüflerle nasıl ortaya çıktığı sorusunu cevaplamak yerine, konuyu çıkmaza sokarak problemden kurtulmaya çalışmaktadırlar. Uzun zaman geçmesinin canlılığın oluşmasında ve çeşitlenmesinde faydalı olacağı gibi bir izlenim vererek zamanı hep fayda getiren bir faktör gibi sunmaktadırlar. Örneğin ülkemiz evrimcilerinden Prof. Yaman Örs şunları söylemektedir: "Evrimi test etmek mi istiyorsunuz, uygun bir karışımı suya atın, birkaç milyon yıl bekleyin, birkaç hücre oluştuğunu göreceksiniz."47
1. santriol2. sitoplazma3. mitokondri4. mikrotüpler5. çekirdek 6. endoplazmik retikulum7. golgi aygıtı8. lizozom9. kesecikEn modern laboratuvar şartlarında, en kontrollü sistemlerle, en hassas ve sofistike cihazlarla dahi üretilmesi mümkün olmayan hücrenin ilkel ve kontrolsüz doğa şartlarında oluşabileceğine inanmaları evrimcilerin akıl ve yargı düzeyi hakkında ciddi bir endişe oluşturmaktadır.
Yaman Örs'ün bu iddiası son derece mantıksızdır. Böyle bir olayın gerçekleşmiş olduğunu iddia edebilecek hiçbir kanıt yoktur. Cansız maddelerden canlılığın kendiliğinden oluştuğu iddiası aslında Ortaçağ'a ait batıl bir inançtır. O dönemde, insanlar bazı canlıların aniden bir yerde toplanmalarına, "bir anda oluşum"un neden olduğunu varsayıyorlardı. Günümüzde "spontane jenerasyon" ismiyle anılan bu inanca göre insanlar, kazların ağaçlardan hayata geldiğine, kuzuların karpuzdan çıktıklarına ve hatta bir su birikintisindeki kurbağaların yağmur bulutlarından bir anda oluştuklarına ve yağmurla toprağa düştüklerine inanıyorlardı. 1600'lü yıllarda ise kirli bir gömlek ve buğday karışımının fare doğurduğuna, ölü sineklerle bal biraraya geldiğinde de sinek oluştuğuna inanılmaya başlandı!
Ancak İtalyan bilim adamı Francesco Redi ve daha sonra Fransız bilim adamı Louis Pasteur, yaptıkları deneylerle farelerin kirli gömlekten veya sineklerin ölü sinekle bal karışımından oluşmadıklarını kanıtladılar. Bu canlılar, söz konusu cansız maddelerden oluşmuyorlardı, onların üzerine dışarıdan geliyorlardı. Örneğin ölü sineklerin üzerine canlı bir sinek gelip yumurtalarını bırakıyordu ve kısa bir süre sonra ortaya aniden birçok sinek çıkıyordu. Yani canlılık cansızlıktan değil, canlılıktan geliyordu. Bu kural, yani "hayat ancak hayattan gelir" kuralı, çağdaş biyolojinin temellerinden biridir.
Louis Pasteur
Ortaçağ'da yukarıda örneklerini saydığımız tuhaf iddialara inanılıyor olması, 17. yüzyıl bilim adamlarının bilgi eksikliği ve o dönemin koşulları göz önünde bulundurularak mazur görülebilir. Ancak günümüzde bilim ve teknoloji bu kadar ilerlemişken ve canlılığın cansız maddelerden oluşamayacağı birçok deney ve gözlemle ispatlanmışken, Yaman Örs gibi evrimcilerin hala böyle bir iddiayı savunuyor olmaları gerçekten şaşırtıcıdır.
Böyle bir iddianın gerçekleşmesinin imkansız olduğu, bugün bilim tarafından defalarca ispatlanmıştır. Bilim adamları, canlılığın oluştuğu dönemdeki koşulları, kontrollü ve son derece gelişmiş laboratuvar ortamlarında meydana getirerek denemeler yapmışlar, ancak bunların tümü sonuçsuz kalmıştır. Her ne deneme yapılırsa yapılsın tek bir canlı hücresi dahi üretilememiştir. Ve sonuçta bu denemelerden vazgeçilmiştir.
Canlılık için gerekli fosfor, potasyum, magnezyum, oksijen, demir ve karbon gibi atomlar biraraya getirildiğinde ortaya cansız bir yığından başka bir şey çıkmaz. Ama evrimciler bu atom yığınının biraraya gelip, "zaman içinde", kendilerini çok iyi organize ettiklerini, her birinin uygun miktarlarda, uygun yer ve uygun koşullarda, aralarında en uygun bağları kurduklarını öne sürerler. Bu cansız atomların muhteşem organizasyonlarının ve işlerinin rast gitmesi sonucunda ise gören, duyan, konuşan, hisseden, gülen, sevinen, üzülen, acıyı hisseden, keyiflenen, kahkaha atan, heyecanlanan, düşünen, seven, şefkat duyabilen, müziğin ritmini algılayabilen, tatlıyı zevkle yiyen, medeniyetler kurabilen, bilimsel araştırmalar yapabilen insanların oluştuğunu iddia ederler.
Oysa tüm koşullar evrimcilerin isteklerine göre ayarlansa ve üstüne milyarlarca yıl zaman verilse bile, böyle bir denemenin başarısız olacağı açıktır.
Evrimciler, bu açık gerçekleri "uzun zaman içinde herşey mümkündür" gibi bir aldatmacayla gizlemeye çalışırlar. Blöf mantığını bilimin içine sokmaya dayalı olan bu iddianın çürüklüğü ortadadır. Bu konu farklı yönlerden düşünülünce de geçersizliği çok rahat anlaşılabilir. Basit bir örnekle zamanın akışının ne zaman fayda, ne zaman zarar getireceğini düşünelim; sahilde duran ahşap bir tekne olsun, ilk durumda tekneyle ilgilenen, onu boyayan, tamir eden, temizleyen bir de kaptan olsun. Kaptanın tekneyle ilgilendiği dönem boyunca tekne güzelleşecek, daha emniyetli ve bakımlı olacaktır.
İkinci durumda ise tekne başıboş dursun. Bu sefer de güneşin etkisi, yağmurlar, rüzgar, toz ve fırtına zamanla teknenin çürümesine, eskimesine ve nihayet kullanılamaz hale gelmesine sebep olacaktır.
Bu iki durum arasındaki tek fark ise birincisinde bir akıl, bilgi ve güçlü bir müdahale olmasıdır. Yalnızca akıllı bir gücün kontrolünde geçen zaman bir yarar ortaya koyabilir. Aksi halde, zaman düzenleyici değil düzensizleştirici ve tahrip edici bir etki gösterir. Nitekim bu bilimsel bir kanundur. "Termodinamiğin İkinci Kanunu" olarak bilinen entropi kanunu, evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini ifade eder.
Bu gerçek göstermektedir ki, Dünya'nın uzun ömrü olması evrimcilerin iddiasının tam aksine kaosu artıran, bilgiyi ve düzeni yıkan ve yok eden bir etkendir. Kaosun içinden düzenli ve bilgiye dayalı bir sistemin çıkması, ancak akıllı bir müdahalenin eseri olabilir.
Doğa şartlarında kendi haline bırakılan bir arabanın zamanla daha gelişmiş bir model haline gelmesi mümkün değildir. Tam aksine metal aksamı paslanacak, boyası dökülecek, camları kırılacak ve bir süre sonra çürüyüp bir hurda yığını haline gelecektir. Aynı kaçınılmaz süreç organik moleküller ve canlılar için çok daha hızlı işler.
Evrim savunucuları türler arasında bir değişim masalı anlatırken de hep "uzun zaman içinde" mazeretine sığınırlar. Böylece, bugün hiçbir deney ve gözlem tarafından doğrulanmayan senaryoların, geçmişte bir şekilde yaşanmış olabileceğini ileri sürerler. Oysa evrende ve dünyada herşey belli kanunlar dahilinde işlemektedir. Bu kanunlar ise zamanla değişime uğramaz. Örneğin yerçekimi olduğu için bırakılan her taş yere düşer, çok uzun zaman geçince bu taş yukarı çıkmaya başlamaz, trilyon sene geçse yine yukarı çıkmaz. Bir kertenkelenin yavrusu da hep kertenkele olur. Çünkü aktarılacak olan genetik bilgiler kertenkeleye aittir ve doğal sebeplerle bu bilgiye asla bir ekleme olmaz. Bilgi eksilmesi, bozulması olabilir, ancak bilgi eklenmesi kesinlikle olmaz. Çünkü bir sisteme bilgi (enformasyon) eklenmesi akıllı ve zekice bir müdahale ve kontrol gerektirir. Doğanın kendisinde ise bu tür özellikler yoktur.
Zaman içinde yapılan tekrarlar ve bu tekrarların sayısının çokluğu da hiçbir şeyi değiştirmez. Trilyonlarca yıl beklense, bir kertenkele yumurtasından asla bir gün kuş çıkmaz. Uzun kertenkele, kısa kertenkele, daha güçlü, daha zayıf kertenkele; ama sonuçta hep kertenkele çıkar. Asla başka bir tür ortaya çıkmaz. "Uzun zaman" kavramı, konuyu gözlem ve deney alanından çıkarmak için kullanılan bir aldatmacadan ibarettir. Bu zaman 4 milyar da olsa, 40 milyar ve hatta 400 milyar yıl bile olsa değişen bir şey olmaz. Çünkü evrim teorisinin anlattığı imkansızlıkları mümkün kılan bir doğa kanunu veya doğal eğilim yoktur.

CANLILIK NEDEN UZAYDAN GELMİŞ OLAMAZ?

Darwin 19. yüzyıl ortalarında teorisini ortaya attığında, yaşamın kökeninden, yani ilk canlı hücrelerin nasıl var olduğundan hiç söz etmemişti. 20. yüzyılın başında canlılığın kaynağını araştıranbilim adamları ise, evrim teorisinin geçersizliğini fark etmeye başladılar. Canlılıktaki kompleks ve mükemmel yapı birçok araştırmacının yaratılış gerçeğini görmelerine zemin hazırladı. Canlılığın evrim teorisinin iddia ettiği gibi bir "tesadüf ürünü" olamayacağı, matematiksel hesaplar, bilimsel deney ve gözlemlerle ispatlandı.

Tesadüf iddiasının çürümesi ve canlılığın "tasarlanmış" olduğunun anlaşılmasıyla, bazı bilim adamları canlılığın kökenini uzayda aramaya başladılar. Fred Hoyle ve Chandra Wicramasinghe bu iddiayı ortaya atan bilim adamları arasında en tanınmışlarıdır. Bu iki bilim adamı birlikte kurguladıkları bir senaryoda, uzayda canlılık için "tohumlama" yapan bir güç olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hoyle-Wicramasinghe'nin senaryosuna göre bu tohumlar uzay boşluğunda yer alan gaz veya toz bulutları veya bir göktaşı ile taşınarak yeryüzüne ulaşmış ve burada hayatı başlatmış olmalıdırlar.

DNA'nın varlığını ortaya çıkaran çalışmasıyla ünlenerek Nobel ödülü kazanan Francis Crick de yaşamın kaynağını uzayda arayan bilim adamlarındandır. Crick canlılığın yeryüzünde tesadüflerle başlamasının akıl dışı bir düşünce olduğunu fark etmiş, fakat bu sefer de yeryüzündeki canlılığın "dünya dışı" akıllı varlıklar tarafından başlatılmış olduğunu iddia etmiştir.

Görüldüğü gibi hayatın uzaydan geldiği fikri, bilim dünyasının önemli isimlerini de etkilemiştir. Bugün canlılığın başlangıcını konu alan çeşitli yazı ve tartışmalarda bu mesele sıklıkla gündeme gelebilmektedir. Yaşamın başlangıcını uzayda arayan görüşü iki temel açıdan incelemek konuyu aydınlatacaktır.


BİLİMSEL TUTARLILIK

Uzay boşluğunda yer alan gaz ve toz bulutlarıyla Dünya'ya ulaşan meteorların incelenmesi yaşamın uzayda başladığı tezini değerlendirmede anahtardır. Çünkü bu gökyüzü cisimlerinde, yaşamın uzayda tohumlama yapan dünya dışı varlıklar tarafından başlatıldığı iddiasını destekleyecek veya doğrulayacak hiçbir bulguya rastlanmamıştır. Bu konuda bugüne kadar yapılan tüm araştırmaların ortaya koyduğu gerçek bu cisimlerde bazı çok basit organik maddeler dışında canlılıkta yer alan herhangi bir kompleks molekülün saptanmadığıdır. Bu cisimlerde saptanan organik maddeler canlılık açısından hiçbir şey ifade etmezler.


Dünyaya düşen meteorların atmosfere girdikleri anda başlayan yüksek ısı ve çarpma anındaki şiddet nedeniyle dünyaya canlı bir organizma taşımaları mümkün değildir. Üstte Arizona'daki büyük meteor çukuru görülmekte. Öte yandan, Dünya dışında canlı varlıklar olduğu varsayılsa bile, bunların kökenine de yaratılış dışında bir açıklama getirmek imkansızdır.
Ayrıca bu maddeler canlıları oluşturan moleküllerde bulunan asimetriye de sahip değillerdir. Örneğin canlıların temel yapı taşı olan proteinleri oluşturan aminoasitler teorik olarak, sağ elli veya sol elli olarak ikiye ayrılırlar. Ancak proteinlerin yapısında sadece sol elli aminoasitler yer alır. Meteorlarda rastlanan basit organik moleküllerde (canlıların yapısında rastlanan kimyasal moleküller) ise bu şekilde düzenli bir dağılım değil, tam bir karmaşa vardır.46

Uzayda yer alan cisim ve maddelerin yeryüzüne yaşam taşıdıkları tezinin önündeki engeller bunlarla sınırlı değildir. Bu tezi savunanlar böyle bir sürecin bugün niçin yaşanmadığına da açıklama getirebilmelidirler. Çünkü Dünyamız'a yönelik göktaşı bombardımanı bugün de devam etmektedir. Ancak bu cisimlerin araştırılması "tohumlama" tezini doğrulayabilecek bir bulgu ortaya koymamaktadır.

Bu tezi savunanların karşısındaki önemli bir soru da şudur: Yaşamın uzayda bir bilinç tarafından oluşturulup, Dünya'ya ulaştığı kabul edilse bile, yeryüzündeki milyonlarca farklı canlı türü nasıl oluşmuştur? Bu açmaz yaşamın uzayda başladığını savunanların karşısında dev bir engeldir.

Tüm bunların yanısıra, evrende yeryüzündeki yaşamı başlattığı iddia edilen herhangi bir uygarlık veya varlığa ait ize de rastlanmamıştır. Özellikle son 30 yıl içinde büyük hız kazanan astronomik gözlem ve araştırmalar sonucu evrende, Dünya'da yaşam başlatabilecek bir uygarlığa ait bir belirti bulunamamıştır.


"UZAYLILAR" TEZİNİN ARKA PLANI

Dünya dışı varlıkların yeryüzünde yaşamı başlattıkları tezi görüldüğü gibi hiçbir bilimsel temele dayanmamaktadır. Bu tezi doğrulayan veya destekleyen hiçbir bulgu yoktur. Ancak bu tezi ortaya atan bilim adamları böyle bir arayışa girerken, aslında önemli bir gerçeği gördükleri için yola çıkmışlardır.

Bu gerçek, yeryüzünde canlılığın başlangıcını tesadüflerde arayan bir teorinin savunulacak bir tarafının kalmamış olmasıdır. Canlı yapılarda ve hücrede saptanan kompleksliğin ancak bilinçli bir tasarımın ürünü olabileceğinin anlaşılmasıdır. Nitekim canlılığın kaynağını uzaydaki bir bilinçte arayan bilim adamlarının önde gelenlerinin uzmanlık konuları da, evrim teorisinin tesadüf mantığını reddetmeleri konusunda ipucu vermektedir. Her ikisi de Nobel ödülü sahibi olan bilim adamlarından Fred Hoyle astronom ve biyomatematikçi, Francis Crick ise moleküler biyologtur.

EVRİM TEORİSİ NEDEN BİLİMSEL VE GEÇERLİ BİR TEORİ DEĞİLDİR?

Evrim teorisi, yeryüzündeki canlılığın tesadüfler sonucunda, doğal şartlarla kendiliğinden meydana geldiğini savunur. Bu teori bilimsel bir kanun, ispatlanmış bir gerçek değil, bilimsellik kisvesi altında toplumlara empoze edilmeye çalışılan materyalist bir dünya görüşüdür. Modern bilim tarafından her alanda yalanlanan bu teorinin en büyük dayanakları ise birtakım hile, sahtekarlık, çarpıtma, aldatmaca ve göz boyamalardan oluşan telkin ve propaganda yöntemleridir.
19. yüzyılın ilkel bilim anlayışıyla hayali bir varsayım olarak öne sürülen evrim teorisi bugüne kadar hiçbir bilimsel bulgu veya deney tarafından doğrulanamamıştır. Tam tersine, teorinin iddialarını doğrulamak için başvurulan tüm yöntemler böyle bir teorinin geçersizliğini kanıtlamıştır.
Darwin döneminde hücrenin kompleks yapısı hakkında hiçbir şey bilinmiyordu.
Ancak, çoğu insan bugün bile bu teoriyi, aynen yerçekimi kanunu ya da suyun kaldırma gücü gibi ispat edilmiş bilimsel bir gerçek sanır. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi, evrimin topluma yansıtılan yüzü gerçek yüzünden çok farklıdır. Pek çok kimse, son çırpınışlarla ayakta tutulmaya çalışılan bu teorinin ne kadar çürük temellere dayandığını ve bilim tarafından nasıl her aşamada yalanlandığını bilmez. Evrimcilerin desteksiz varsayımlar, taraflı, gerçek dışı yorumlar, çarpıtmalar, aldatmacalar, hayali çizimler, psikolojik telkin yöntemleri, sayısız sahtekarlık ve göz boyama tekniklerinden başka bir dayanakları yoktur..
Bugün biyoloji, paleontoloji, genetik, biyokimya, mikrobiyoloji gibi bilim dalları, canlılığın hiçbir şekilde tesadüfler ve doğa şartları sonucunda kendiliğinden meydana gelemeyeceğini kanıtlamıştır. Canlı hücresi, bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı ünvanını korumaktadır. Modern bilim, tek bir canlı hücresinin dahi büyük bir şehirden çok daha kompleks bir yapıya ve içiçe geçmiş karmaşık sistemlere sahip olduğunu ortaya koymuştur. Böyle kompleks bir yapı, ancak bütün parçaları aynı anda ve eksiksiz olarak ortaya çıktığında işlev görebilir. Yoksa hiçbir işe yaramaz, zaman içinde dağılır, parçalanır ve yok olur. Evrimin iddia ettiği gibi milyonlarca sene diğer parçalarının "tesadüflerle" oluşmasını bekleyemez. Dolayısıyla sadece tek bir hücrenin kompleks tasarımı dahi, canlılığın Allah tarafından yaratılmış olduğunu açıkça göstermektedir.

Hücredeki kompleks yapılardan örnekler; sağda: Hücredeki protein sentezinin gerçekleştiği "ribozom"; solda: Kromozomdaki DNA birimlerini paketleyen "nükleozom". Hücre bunlar gibi, hatta daha da kompleks pek çok yapı ve sistemi içinde barındırmaktadır. İlerleyen teknolojiyle tespit edilen bu karmaşık yapıların tesadüfen meydana gelebilmelerinin imkansız olduğunun anlaşılması evrimcileri içinden çıkılamaz bir duruma sokmuştur.
Ancak, materyalist felsefeyi savunan belli kesimler, çeşitli ideolojik çıkar ve beklentileri nedeniyle yaratılış gerçeğini kabul etmek istemezler. Çünkü Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hak dinin insanlığa sunduğu güzel ahlakı yaşayan toplumların varolması ve yaygınlaşması bu materyalist kesimlerin işine gelmez. Kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilecekleri, suistimal edebilecekleri, maneviyattan soyutlanmış, dini ve ahlaki değerlerden yoksun nesiller her zaman için bu kesimlerin dünyevi beklentilerine daha uygun olacaktır. Dolayısıyla, insanlara yaratılmadıkları, tesadüflerle ortaya çıkıp hayvanlardan evrimleştikleri yalanını telkin eden evrim teorisini, her ne pahasına olursa olsun ayakta tutmaya ve toplumlara empoze etmeye çalışırlar. Bilimin, evrimi çürüten ve yaratılış gerçeğini doğrulayan tüm açık kanıtlarına rağmen, akıl ve mantığı bir kenara bırakarak her ortamda ve her fırsatta bu safsatayı gündeme getirir ve savunurlar.
Francis Crick
Oysa ilk canlı hücresinin, hatta bu hücrenin içindeki milyonlarca protein molekülünden tek bir tanesinin dahi kendiliğinden oluşmasının imkansız olduğu, akıl ve mantığın yanı sıra, ihtimal hesaplarıyla matematiksel olarak da kanıtlanmıştır. Yani evrim daha ilk aşamada, ilk canlı hücrenin varoluşunu açıklama aşamasında çökmüştür.
En küçük canlı birimi olan hücre -evrimcilerin iddia ettikleri şekilde- ilkel ve kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu asla oluşamadığı gibi, 20. yüzyılın en gelişmiş laboratuvarlarında bile sentezlenememiştir. Canlı hücresinin yapı taşı olan amino asitlerden ve bunların oluşturduğu proteinlerden yola çıkarak değil hücre, hücredeki mitokondri, ribozom, lizozom, hücre zarı, golgi aygıtı, endoplazmik retikulum, vs. gibi organellerinden tek bir tanesi bile oluşturulamaz. Dolayısıyla evrimin tesadüfen oluştuğunu iddia ettiği ilk hücre yalnızca hayal gücüne dayalı bir fantezi ürünü olarak kalmıştır.
Halen aydınlığa kavuşturulamamış pek çok sırrı içinde barındıran canlı hücresi, evrim teorisinin en büyük açmazlarından birini oluşturur.
Gerek hücre, gerekse hücrenin yapı taşı olan proteinlerden tek bir tanesi bile rastlantılar sonucunda oluşamayacak derecede kompleks bir yapıya sahiptir. Laboratuvar deneyleri ve olasılık hesapları, bu imkansızlığı gözler önüne sermiştir. Günümüzün en gelişmiş laboratuvarlarında, en son teknolojiyle bile canlı hücresindekine benzer bir verim ve başarıyla protein üretimi yapılamamaktadır.
Evrim açısından benzer bir açmaz da canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve yaklaşık 3.5 milyar birimlik bir şifreleme sistemiyle canlının tüm bilgilerinin kodlu olduğu DNA molekülüdür. 1950'lerde elektron mikroskobunun icadıyla yapısı keşfedilen DNA, muhteşem bir plan ve tasarıma sahip dev bir moleküldür. Uzun yıllar evrim teorisine inanan Nobel ödüllü bilim adamı Francis Crick bile DNA'yı keşfettikten sonra, yaşamın kaynağının rastlantı ve tesadüfler olamayacağını şöyle itiraf etmek zorunda kalmıştır:
Darwin'in teorisinin bilim dünyasına hakim olmasından bu yana, paleontoloji (fosil bilimi) bu teori temel alınarak yürütülmektedir. Ancak buna rağmen dünyanın pek çok farklı bölgesinde yapılan fosil kazıları, teoriyi destekleyen değil, çürüten sonuçlar vermiştir. Fosiller, farklı canlı gruplarının yeryüzünde özgün yapılarıyla aniden ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını göstermektedir.
Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayatın kökeni mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.1
Ülkemizdeki evrimcilerin en tanınmışlarından olan Prof. Dr. Ali Demirsoy da protein ve DNA'nın meydana gelmesi hakkında şu itirafı yapmaktadır:
Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır.2
Ünlü Amerikalı mikrobiyolog Homer Jacobson ise canlılığın tesadüfen oluşumunun ne derece imkansız olduğunu şöyle ifade etmektedir:
İlk canlı ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu ise tesadüfen gerçekleşemez.3
Amber içinde bulunmuş 25 milyon yıllık termit fosilleri. Günümüzde yaşayan termitlerden tümüyle farksız.
Evrim teorisinin bir diğer büyük hezimeti de fosil kayıtlarındadır. Yıllar süren arkeolojik çalışmalarda bulunan fosiller arasında, evrimin öne sürdüğü gibi, canlıların basit türlerden kompleks türlere kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken ara geçiş formlarına bir türlü rastlanamamıştır. Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin sayılamayacak kadar çok olması gerekir. Daha da önemlisi, bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formları gerçekten var olmuş olsa, bunların sayısı bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olmalı ve dünyanın dört bir yanı fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolup taşmalıdır. Evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında yaptıklarıhummalı fosil araştırmalarındabu ara geçiş formlarını aramaktadırlar. Oysa, 150 yıla yakın bir süredir büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.
Kısacası fosil kayıtları da canlı türlerinin, evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediğini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Evrimciler, yüz elli yıla yakın bir süredir büyük bir gayretle teorilerine delil toplamaya çalışırlarken, kendi elleriyle evrim diye bir sürecin yaşanmış olamayacağını bizzat kendileri ispatlamışlardır. Sonuçta modern bilim şu tartışılmaz gerçeği ortaya koymuştur: Canlılar kör tesadüfler sonucu evrimle oluşmamış, Allah tarafından yaratılmışlardır.


1 Francis Crick, Life Itself: It's Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88
2 Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 39
3 Homer Jacobson, "Information, Reproduction and the Origin of Life", American Scientist, Ocak 1955, s. 121

EVRİM TEORİSİ NEDEN "BİYOLOJİNİN TEMELİ" DEĞİLDİR?

Evrimciler tarafından sık sık tekrarlanan bir iddia vardır: Evrim teorisinin bilimin temeli olduğu yalanı... Bu iddiayı ortaya atanlar, evrim teorisi olmadan biyoloji biliminin gelişemeyeceğini, hatta var olamayacağını iddia ederler. Aslında bu iddia çaresizlikten kaynaklanan bir demagojiden ibarettir. Türkiye'nin bilim alanında yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan bilim felsefecisi Prof. Dr. Arda Denkel bu konuyu şöyle yorumlamaktadır:
Örneğin, "Evrim Kuramı'nı reddetmek biyolojik bilimlerin, yer bilimlerinin, fizik ve kimyanın bulgularını da reddetmek anlamına gelir" düpedüz yanlış bir önerme. Çünkü iddia edilen türden bir çıkarım (burada bir modus tollens) elde edebilmek için, önce kimya, fizik, jeoloji ve biyolojinin bulgularını dile getiren kimi önermelerin evrim kuramını içeriyor (implication) olması gerekirdi. Oysa bulgular ya da onların ifadeleri kuramları içermezler; ayrıca onları kanıtlamazlar (demonstration/proof) da.18
Sovyetler Birliği'nde Stalin dönemindeki tüm bilimsel çalışmalar Marx ve Engels'in ortaya attığı "diyalektik materyalizm"e zorla uydurulmuştu. Darwinizm'i biyolojinin temeli gibi gösterenler, aynı dogmatik zihniyeti taşımaktadırlar..
Evrimin bilimin temeli olduğu' iddiasının ne denli geçersiz ve saçma bir iddia olduğu, sadece bilim tarihinin incelenmesiyle bile anlaşılabilir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, evrim teorisinin ortaya atılmasından önce dünya üzerinde bilimsel bir gelişme olmaması, bütün bilimlerin de evrim teorisinin ortaya atılmasından sonra doğmuş olmaları gerekirdi. Oysa biyoloji, paleontoloji (fosil bilimi) gibi bilim dallarının hepsi, evrim teorisinden önce doğmuş ve gelişmişlerdir. Evrim ise bu bilim dallarına sonradan sokulmak, zorla kabul ettirilmek istenmiş bir varsayımdır.
Evrimcilerin bu yönteminin bir benzeri, Stalin döneminde SSCB'de de uygulanmıştı. O dönemde Sovyetler Birliği'nin resmi ideolojisi olan komünizm, "diyalektik materyalizm" olarak bilinen felsefeyi tüm bilimlerin temeli saymıştı. Bunun bir sonucu olarak Stalin tüm bilimsel çalışmaların diyalektik materyalizme uydurulmasını emretmişti. Böylece SSCB'de yazılan tüm biyoloji, fizik, kimya, tarih, siyaset, hatta sanat kitaplarının başına, "bu bilimlerin diyalektik materyalizme, Marx'ın, Engels'in, Lenin'in görüşlerine dayandığı"na dair giriş bölümleri eklenmişti.
Ama SSCB çökünce bu zorlama yorumlar kitaplardan çıkarılmış ve kitaplar yine aynı bilgileri içeren teknik, bilimsel kitaplar olarak kalmışlardır. Diyalektik materyalizm gibi bir safsatadan vazgeçilmesi asla bilimi gölgede bırakmamış, aksine bilimin üzerindeki baskı ve zorlamaları ortadan kaldırmıştır.
Bugün de çağdaş bilimi evrime bağlı kalmaya zorlayan hiçbir neden yoktur. Bilim gözlem ve deneye dayanır. Evrim ise, gözlemlenemeyen geçmiş hakkında ortaya atılmış bir varsayımdır. Dahası bu varsayımın iddia ve önermeleri her defasında bilimin ve mantığın kuralları tarafından yalanlanmıştır. Bu varsayım terk edildiğinde elbette ki bilim hiçbir kayba uğramayacaktır. Amerikalı bir biyolog olan Harper bu konuda şu yorumu yapar:
Sık sık Darwinizm'in modern biyolojinin temeli olduğu iddia edilir. Oysa aksine, eğer Darwinizm'e yapılan bütün göndermeler ortadan kaldırılsa, biyoloji biliminde hiçbir değişiklik olmayacaktır...19
Hatta tam tersine bilim, dogmatizm, ön yargı, safsata ve uydurmalarla dolu böyle bir teorinin dayatmasından kurtulduğu için çok daha hızlı ve sağlıklı bir biçimde ilerlemeyi sürdürecektir.
18 Arda Denkel, Cumhuriyet Bilim Teknik Eki, 27 Şubat 1999
19 G. W. Harper, "Alternatives to Evolution", School Science Review, cilt. 61, Eylül 1979, s. 26